Flaubert “Şapşallığa ve maddi beyhudeliğe verilen önem beni çileden çıkarıyor” diye yazmış Guy de Maupassant’a bir mektupta ve dört gün sonra da ölmüş. Ardında bıraktığı son sözlerin bunlar olması rastlantı olmasa gerek

Katlanılması güç şapşallık!

1 Yazarlık ve okurluk takıntısı fenadır. Fırından ekmek almaya gitseniz zaman kaybı sayar, yanınızda ince de olsa bir kitap olsun istersiniz. Elinizde kalem, sürekli not alma peşindesinizdir. Aziz Nesin başucuna kâğıtlar koyarmış ki rüyalarını unutmadan yazsın, diye. Kendi demesiyle “rüyaları ziyan olsun” istemezmiş.

“Kitap Ağacı” amatörce bir araya gelmiş güzel insanlardan oluşan bir okur grubu. “Tek başına okumak yetmez, herkes okumalı” türü bir anlayışla koyulmuşlar yola. Şimdi örgütlüler ve kıskanılacak başarı elde etmişler. Davetlerini kabul ettim ve konukları oldum. Her yaş grubundan okur toplanmıştı, kitaplarımdan, edebiyat dünyamızdan, günlük toplumsal sorunlardan söyleştik. Sığ didişmelerin ötesine geçmek iyi geldi…

Okumak isteyen insanlar, eğer belli bir deneyimi, birikimi yoksa çoğunlukla tavsiye üzerine kitap edinirler. ‘Nasıl olur da bir başkasının tercihiyle düşünsel/sanatsal bir yolculuğa çıkılır sorusu önemli elbet. Kimi pusula seçtiği önemli, deneyimsiz okurun. Popüler kültür salgınına direnmek, incelikleri fark etmek kolay değil. Böyle toplantılara katılmam biraz da bundan. Ustaları anmak ve anımsatmak için…

2 “Fildişi Kule”de yaşayan biri olmak yaşamdan kaçmak mıdır, bayağılığa karşı bir korunma biçimi midir? Eğer kitaplarla ilişkiniz sapkınlık halindeyse, salt okuma ediminin kendine tutkun hale geliyorsanız, bu insanı yaşamdan alıkoyan faydasız bir iştir. “Herkes hayat önemlidir der, ama ben okumayı yeğlerim” diyor Logan Pearson Smith. Yaşamdan kaçmak için mi, tersine yaşama daha çok katlanmak/ katılmak için mi okuyoruz?

Kimsenin uzun uzadıya okumaya zamanı olmadığı bir çağda, tüm zamanını okumak için geçiren kimseler tuhaf karşılanacaktır. Peki, okumak nedir, neyi okumak gerekir, her okuma okumak mıdır? Yazarlıkla uğraşan kişi, kendi okurluğuyla da tartışma halindedir. Okumanın ilkin kendi düşün yaşamına katkı yaptığını gözlemelidir okur. Sonra dünyayı değiştirmeye yarayacak bir yanı olması gerekir. Kitaplara düşmanlığın nedeni budur.

Klasik metinleri okumak sabır ve yoğunlaşma ister ki pek kimsenin buna zamanı yok. Öte taraftan buna gereksinim duymayan kimsenin yaşamı değiştirme niyeti de olmaz, aksini iddia etse bile. Düş kurmak kendiliğinden gelişmez, rüyaların renkliliği de durduk yerde oluşmaz. Eğer imgeler, kavramlar, görüntüler yoksa düşünce oluşmaz. Kuşkusuz dil kurulamaz.
“Fildişi Kule” meselesine gelince, ne bir sığınaktır ne de hapishane.


3 Çağlayan Adliyesi’ndeydim yine. Bu kez de 301’nci maddeden yargılanıyorum. Neymiş suçum okuyalım: “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Büyük Millet Meclisini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ve Devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” Meşhur bir madde bu… Devlet aklı kendi gibi olmayanlara güzel bahane hazırlamış işte… Kim inanır? Yakın tarihimiz kim vatan haini, kim kahraman sorusuyla dolu. Bir dönemin zalimleri, bir zaman sonra unutulup gidiyor, çoğu da pek olumlu anılmıyor elbette…

Mahkeme salonu eskiden uzak, soğuk gelirdi. Şimdi kapıda asılı duran listeye bakınca gülümsüyorum. Davaların saatlerini ve içeriğini gösteren çizelge tepeden tırnağa cumhurbaşkanına hakaret şikâyetleriyle dolu… Dünyanın neresinde koca bir mahkeme tüm gün böyle saçma bir iş için mesai yapar? Acaba hâkim ‘Yahu bunca yıl hukuk okumam bu saçma görev için mi?’ diye düşünür mü? Ya da hakkında bunca hakaret davası olan kişiyi çağırıp, ona şunu sormak aklına gelir mi: ‘Neden herkes size bunca kızgın, sövgüyle söz ediyor?’ diye…
katlanilmasi-guc-sapsallik-246878-1.
Romancı alışkanlığı işte, salona girer girmez çevreye baktım. Üzerinde kiremit rengi gömleği, üstelik dışa doğru sarkmış, altında jean pantolonlu mübaşire baktım önce. Kahvede görsen dışarı atarsın. Bırakın bir adalet kurumunda olmayı, herhangi ciddi bir işyerinde görülmeyecek lakaytlıkla dolanıyordu ortada. Başı sıkıca bağlı daktilo kız önündeki tuşlara bir makine kayıtsızlığıyla basıyor, yanı başında yaşamları hakkında karar verilen insanların yüzüne bile bakmıyordu. Ve hâkim…

Belli ki basın davaları görmenin deneyimiyle, serinkanlı ve hayli dikkatliydi. Bana karşı da saygılı davrandı. Lâkin ben onun o da benim siyasi duruşumuzu biliyoruz işte. Böyle bir dava… Kayda geçsin diye söyledim:

“Mahkemeniz benim memleket sevgimi yargılama hakkına sahip değildir” diye. Karar haftaya…


4 Sosyal medya hata yapma olasılığı yüksek bir mecra. Düşünmeden, öfkeyle, hırsla, kimi zaman gevezelikle yazılanlar, istenmeyen sonuçlar doğurabiliyor. Başıma bugüne dek büyük bir felaket gelmedi. Lâkin geçen gün aldığım bir duyum üzdü beni. Gazeteci ustamız Abdi İpekçi suikastının yıldönümünde onu anmak için bir paylaşım yaptım. Acılı ailelerin kendilerine kalan soyadını taşırken ne güçlük çektiğini biliyorum ve bu yükün altında kimilerinin ezilebileceğini de! Siyasi amaç uğruna bu insanların çevresinde yalancı bir kalabalık oluşuyor, amacım buna vurgu yapmaktı. İpekçi’nin kızı paylaşımı okuyunca doğal olarak üstüne alınmış, kırılmış. Nükhet Hanım haklı.

Diyeceğim şu: “Bir bebekten katil yaratan” düzeni sorgulayan ve bize ders veren Rakel Dink ve ailesinin çevresinde kimler vardı? “Hrant’ın Dostları” denen grubun kimi AKP koalisyon ortağı çıktı, kimi Gülen’le kol kola yürüdü. Hakikat gölgelendi. Gerçek Malatyalı dünya güzeli dostumuzu bu acımasız düzenin katletmesiydi. Ya da Ceyhan Mumcu’nun Uğur Mumcu üzerinden anlattıkları büyük ustanın kemiklerini sızlatmamış mıdır? Geride kalanlara büyük acı verdi bu tutumlar…

İpekçi ailesiyle ilgili olarak da benim vurgu yaptığım kişi Leyla İpekçi’ydi. Bir gün “Aykırı Sorular” programında Cemil İpekçi ile de konuşmuştuk. Leyla İpekçi içinden geçtiğimiz süreçte yanlış teşhisleri, takındığı siyasi tutumla Abdi Beyin, anısına saygı göstermedi. Hassas bir konuda, üzmüş oldum Nükhet İpekçi’yi. Elbet bu acılı ailelerin çocukları eleştiriden muaf değil, ancak öldürülen yakınları üzerinden bunu yapmak aklımın ucundan geçmez… Nükhet İpekçi’yi işaret ettiğimin düşünülmesi beni üzer…


5 Flaubert “Şapşallığa ve maddi beyhudeliğe verilen önem beni çileden çıkarıyor” diye yazmış Guy de Maupassant’a bir mektupta ve dört gün sonra da ölmüş. Ardında bıraktığı son sözlerinin bunlar olması rastlantı olmasa gerek. Günlük yaşamın akışında sıkça bu duyguyla karşılaştığımız olur. Hatta bir tür haksızlığa uğradığımızı hissederiz. Etrafımızda çirkince yükselen gökdelenler nefesimizi keserken, perdemizi kapayıp kitabımıza kapılmak yanılsamadır. Biz görmesek de o demir parmaklık halini alacak bina inşa edilmektedir. Evde Beethoven dinliyor olmak, sokaklarda gürültünün müzik diye çalınmasına engel değildir. Bunu bilmek hasta eder insanı. Gün be gün sancıyla öldürür ruhu!

Birinci yüzyılda Seneca “En iyi en çok tercih edilir olmalı” diyor ve ekliyor “Ne var ki yığınlar en kötüsünü seçer… Hiçbir şey yığınlara kulak vermek kadar zararlı olamaz, hele çoğunluğun onayladığını doğru olarak görür ve mantık kurallarına göre değil de sadece uyum sağlamak için yaşayan kişilerin davranışını örnek alırsak.” İnsan okudukça, düşünmeyi öğrenmeye başlar ve talihi yaver giderse zamanla bunu başarır. Yaşadığı çevreden, çağdan hızlı kopuşun nedeni budur. Alberto Manguel’den şahane bilgiler ediniyorum. “Fildişi Kule” tartışmasına girişince, kendi çelişkileriyle de boğuşuyor insan.

Perde açık mı kapalı mı olmalı?

Yarı açık belki…

Belki kimi saatlerde açık, kimi zaman kapalı olmalı!


6 Bir yazarın karşılaşmaktan/işitmekten en korktuğu soru, kitaplarında ne anlattığı yönünde olandır. Hem yanıtını bilmez, hem de bilmek için gösterdiği çaba yazılı olarak oradadır zaten. Bunun ötesinde bir diyeceği olmaz. Chesterton “her sıradan kitabın bir yerinde gömülü beş altı söz vardır, geri kalanların hepsi aslında onlar için yazılır” derken yazarların yanıtını toptan vermiş oluyor.

Romancının kahramanını iyice tanıdığı iddiası gülünçtür. Yazarın ne söylemek istediğini tam olarak bildiği iddiası da öyle! Elbet bir sorun, bir karşılaşma, olay birçok fikri, imgeyi tetikler. Nerden çıkıp geldiği belli olmayan bir kahramanla tanışmaya çalışır romancı. Bu çabadır yaratının kaynağı. Roman tamamlandığında bu buluşma olumlu bir sonuç verir, yazar ve kahramanı birbirini sevmiş, anlaşmış mıdır ve ayrılık vakti geldiğinde birbirinden hoşnut biçimde mi veda ederler, kestirmek kolay değildir.

Romancının her kahramanı iyi tanıdığı yargısı yanlıştır. Eğer öyle olsa okura ihtiyaç olmazdı. Yazar sorusunu kitap olarak ortaya koyar, okur cevabı verir umuduyla…


7 Kadri Gürsel’in oğlu yeni yaşına mahzun girdi. Ahmet Şık’ın kızı mahkeme salonunda babasına hasretle sarıldı. Bu haftadan elimizde kalan budur. Haysiyetli babaların çocukları olmanın gururunu yaşayacaklar elbette, ancak bu zulüm karşısında sadece bununla avunmayı yediremiyor insan kendine. Adalet er ya da geç yerini bulur diyerek kendimizi kandırıyoruz. Eli kalem tutmak dışında başka suçu olmayan bu insanların yaşamları çalınıyor, sadece onların mı, ailelerinin de! O kadar çok yeni haksızlık, adaletsiz ekleniyor ki her gün yaşamımıza, unutuyoruz kimilerini…

katlanilmasi-guc-sapsallik-246879-1.

Okumak, düşünmek için “Fildişi Kule” önemli. Ancak onun içine sıkışıp görevlerimizi unutamayız. “Yaşamın anlamı nedir?” sorusu yalın ve güçtür. En iyi yanıt “mücadele etmektir” olmalı. Toplama kamplarında insanlar gazla öldürülürken, barlarda dans edip, kahkaha atanlardan olmayı kabul edenlere diyeceğim yok elbet…