Bir kaç gündür Foça’dayım… Gelenler bilir; güzelim taş evleri, hemen önünüzdeki balıkçı tekneleri, kasabanın içinden girilebilir deniziyle kendisi kalabilen ender yerlerden biridir Eski Foça; benim de Ege’deki göz ağrılarımdan biri… Ne turist akını vardır ne İstanbul baskını…. Yerli halkın çoğu kendi değer dünyası ve sade yaşamından memnun; dışarıdan gelenler de  burada bulduklarından…. Gündelik yaşama takılıp giden bir hayatı hissediyorsunuz etrafınızda; bunun dışındakiler de biraz teferruat gibi.... 

Sahil dolu; bense, esen rüzgardan medet umarak yazıyı düşünmekteyim. Bir yandan da, bu küçük kasaba ve buradaki mütevazi yaşamlarla Türkiye’nin kaygı uyandırıcı gündemi arasındaki ilişki kafamı kurcalıyor. 

Gazetelere bakıyorum; cezaevlerindeki insanlık dışı koşullardan söz ediyorlar. Üst üste yığılan insanları, oturacak yer bile kalmayan koğuşları anlatıyorlar… Bir de bunların,  yangınla, ölümlerle gündeme gelmesi var ki, daha da içler acısı.  Bu yazılanların ölüp gidenlere bir yararı yok da, acaba geride kalanların koşullarının değişmesi için işe yarayacak mı diye düşünürken, buradakiler “ne diyor” diye bir soru da takılıyor aklıma.
 
Ya da Leyla Zana’nın konuşmasının yol açtığı umutlar, ardından Dağlıca Baskını ile yükselen karamsarlık konusu…. PKK’daki çok başlılık gerçeği, ya da iki tarafta da çözüm istemeyenlerin varlığı…. Kürt sorunu ile terörle mücadeleyi birbirinden ayırmanın gerekliliği veya olabilirliği gibi konuşulan çok şey var.… Burada da konuşuluyor mu bunlar? Konuşulmasına konuşuluyor ya; biraz eğreti mi ne?
 
Başımı kaldırdığımda, karşımda nefis bir manzaraya takılıyor gözlerim; kocaman kırmızı bir topa dönüşerek İncir Ada’sının arkasından batan güneş, etrafa yayılan kızıllık ve dümdüz uzanan deniz…. Akşam inerken, bir o yana bir bu yana dolaşan insanlar geçiyor önümden…. Uzak bir geçmişe dayanıyor akşamları kordon boyunda yapılan piyasa…. Genci, yaşlısı yürüyüşte…. Evlerden çıkıp sosyalleşmek için bundan iyi çare bulunur mu? Selamlaşıp geçildiği de oluyor, ayaküstü sohbetler de.... Kafede bir tanıdığını görüp ona takılanlar da çok....
 
Onları seyrederken,  bu kez de “bu cenneti –cennetleri- bekleyen tehlikeleri ne kadar dert ediyorlar”  diye soruyorum kendime. Muzır bir aklım var benim; rahat vermiyor... Balığın azalmasını önemsiyorlar tabii; balıkçısı da, restoran sahibi için de önemli bir geçim kapısı o… Yavaş yavaş ekolojik tarım da önem kazanıyor... Peki, bu boyutta bir üretim ve tüketimi dünyanın kaldıramadığı gerçeği ne olacak?
 
Mesela Rio -20 için hazırlanan “Yaşayan Gezegen Raporu-2012”,  çok vahim şeyler söylüyor: 1970-2008 arasında biyolojik çeşitlilik  küresel düzeyde yüzde  30 azalmış… Doğal kaynaklara olan talep 1966’dan buyana iki katına çıkmış… Mevcut durumda faaliyetlerimizi sürdürmek için 1,5 gezegene eş değer kaynak kullanıyormuşuz… Yüksek gelirli ülkelerin ayak izi, düşük gelirlilere göre beş kat fazlaymış…. İşlerin her zamanki gibi yürütüldüğü durumda”, 2030’da yıllık talebimizi karşılamak için iki gezegene ihtiyacımız olacakmış….

Heyy, daha az tüketmeye ne dersiniz diye sorsam ne derler acaba?

Niye bizden başlıyorsun diyebilirler örneğin.... Yoksa, “Rapor bunları yazıyor da,  Rio-20’de sürdürülebilir kalkınma için fosil yakıtların kullanımın azaltılması kararını alıyorlar mı , sen onu söyle” diye itiraz mı ederler? Ya da,  “önce  git, zengin ülkelere hesap sor; hatta başka ülkeyi bırak, İstanbul’daki zenginlerden başla” diye yol gösterirlerse....  

Çok da haksız olmazlar hani!
 
Bir de, bu ülkenin yaptığı büyük yanlışlar var ki, off ki off.... Mesela izin verilen yüzlerce HES nedeniyle su kaynaklarının kuruması, tarımın daha da çökmesi, tarımda hayat bulamayan insanların yığınlar halinde kentlere göç etmesi gibi tehlikeler  var.... Bir de HES’lere karşı açılan davalarda yürütmeyi  durdurma kararlarının engellenecek olması var…. O da yetmedi,  çevreyi olumsuz etkilemesi beklenen  projelerde -ilgili yönetmelikte yapılan değişiklik nedeniyle- artık Çevresel Etki Değerlendirmesinin (ÇED) aranmayacak olması var…
 
Güneş battı;  artık kıyıdaki restoranlar doluyor. Balık ve rakı keyfi başlamakta ama sırayla; önce peynir ve kavunla serinlenilecek; sonra balık.... Ben de bir bira söylüyorum....
 
Onlara baktıkça, “kim ne diyebilir insanın keyif ve mutluluk aramasına; hepimiz farklı yollarla da olsa bunu aramıyor muyuz “diye soruyor bir yanım. Öte yanım da,  mutluluktan nasibini alamayan onca insanın derdini hatırlatıyor.  Örneğin iş arayıp bulamayan, işten çıkarılan onca insan ne olacak?  Ya ardı arkası eksilmeyen iş kazaları ve bu kazalarda ölenler var ve arkada bıraktıkları? Ne birası, ne keyfi?
 
Peki, hepsi bir yana da, “Hükümet’in attığı bu adımların getirdiği tehlikelerin hemen burada, hepimizi beklediği bir gerçek var ki, o ne olacak” diye sorsam... Mesela Anadolu’nun kuzeyinden, doğusundan yığınlar gelip Foça’ya yerleşse, Foça nüfusu ikiye katlansa... Zaten kıt olan geçim kaynakları daha da azalsa, zor bulunur işler hiç kalmasa.... 

Bunlar aklımdan geçerken, “şunun şurasında beş kuruşluk bir keyfimiz  var, onu da kaçırma” diye söylendiklerini duyar gibi oluyorum.... İyisi mi, ben de bir balık söyleyeyim!