Medyayı izleyenler, dünyada olup bitenlerin ancak bir ucu Türkiye’ye dokunuyorsa bizi ilgilendirdiğini, yoksa konuşulmaya değer bulunmadığını rahatlıkla görebilir. Öyle görünüyor ki, para ve ekonomi alanında küresel dünyayla bütünleşmekten geri kalmazken, geri kalan konularda “köyümüzde” otlamaktan öteye gidemiyoruz!  Muhafazakar bir toplum olarak, “dünyadan bize ne” diyor da olabiliriz tabii; dünyanın da bizi umursadığı söylenemez. Ama orada olan biten ne varsa bize ulaştığı ya da bulaştığı ortada. Şimdi Suriye’de olan bitenler ve bize verilen rolden, bir “bulaşma” kokusu almayan var mı?
 
“Bu kadar derdimiz, meselemiz varken, başımızı kaldırıp dünyaya bakacak halimiz mi var” diye de sorulabilir.  Maşallah, gün geçmiyor ki ortalığı kırıp geçiren bir söz atılmasın, bir haber çıkmasın! Derdimiz de bol; başımızdakiler de gündem yaratmakta çok mahir, medyamız onun maharetini üçe beşe katlamakta usta.... Derken, konuşacak, tartışacak konu bulmakta bir sıkıntımız yok. 
 
Çok konuşup söyleşiriz de, “bu konuşulanlar neye varır, neyi çözer” derseniz; orasını karıştırmamak gerekir.  Bu köyde, “baştakiler ne demiş, öteki nasıl cevap vermiş” diye konuşup yazmak “siyaset yapmak” diye bellenmiştir; böyle değil diyenler de “zındık, anarşist, hatta terörist” filan olurlar! 
 
Hasılı, bakmayın demokrasi tarifine girişenlere; ya da farklılıklar, çoğulculuk, azınlıklar diye diskur çekenlere...  Geleneklerine bağlı bir toplumuz biz; sözü de, kararı da büyüklerimize bıraktığımız gibi, gözümüz, kulağımız da onlardadır. Her an, hangi hikmeti dile getirecekler diye teyakkuzda beklemekteyiz! 
 
Mesela yurt dışı gezileri.... Hani, insan köyden dışarı çıktılar ya, belki artık, hani o küreselleştiğini söyledikleri dünyadan bir şeyler anlatırlar diye bekliyor ya, nafile! Bu geziler, en baş büyüğümüz, ya da bakan büyüklerimizden “özel” demeç almanın birer vesilesi.... Yani nereye gidilmiş, ne görülmüş, ne öğrenilmişi değil, yolculuğuna eşlik edilen sayın zevatlarının şu veya bu konuda ne düşündüklerini öğrenmek için işimize yarıyor bu geziler. Bir yandan da, iktidara yakın -haşa, yandaş demek istemiyorum!- bu gazeteciler, ya da ana akım medyanın sıkı adamları için büyük gazetecilik fırsatı yaratılmakta! Bir taşla iki kuş yani! 
 
Geziye de, yeni bir Kürt açılımı mı, demokratikleşme yolunda yeni bir adım mı, tutukluların salıverilmesi mi, artık ilgi çekici hangi  konu varsa onun üstüne yazmak üzere katılmışlardır zaten! Onlar görevlerini yerine getirir, geri kalanlar da, -uygulamalar aksini gösterse de- sayın zevatlarının şu veya bu mesele de “ne kadar samimi, ne kadar demokrat” olduğu yönünde bilgilenip rahatlarlar. Görünüşte yurt dışı bir seyahat yapılmış, -bu yolculukların bir amacı var mıdır diye de merak ediyorum, o ayrı- gerçekte ise “köyden” dışarı çıkılmamıştır. 
 
Örneğin, son gezide, Dışişleri Bakanı’ndan Büşra Hoca’nın “terörist” olmadığını öğrendik! Artık yazan yazana.... Şimdi bu samimi itiraftan sonra, “öyleyse yedi aydır niye içerde” diye sorup da münafıklık yapmayın; ayıptır! Zaten sorsanız da yanıt hazır; büyükler kısım kısım olduğundan biri diğerinin işine karışamazmış! O yüzden Hoca’nın terörist olmadığı bilinse de, terör suçundan yargılanması gibi bir garabeti kabullenmek düşüyor bize!  
 
Büyükler konuşuyor, eyliyor da geri kalanları nasıl diye sorarsanız, köyün geri kalanları iki biçimde “konu olurlar”: Bir, seçim zamanı oy verirken onlar konuşur; iki, başlarına bir felaket geldiğinde de konuşulurlar. Felaketler de az değildir; kimi Uludere’de olduğu gibi bir katliam yaşar; kimi Van depremi, Rize veya Samsun’daki sel felaketi gibi insan eliyle yaratılmış afetlerle savaşır, kimi barajda, kimi tersanede, kimi inşaatta gerekli tedbirler alınmadığı için ölür gider. Onların konuşulduğu zamanlar bunlardır! Biraz ah vah edilir, biraz suçlular aranır, biraz üzerlerine hikayeler yazılır; sonra da unutulur giderler. 
 
Unutulamayacak kadar vahim ve önemli bir sorun varsa da, çok geçmez, Genelkurmay Başkanı gibi önemli birinin tutuklanması, eğitimin tepetaklak edilmesi, kürtajın katliama benzetilmesi gibi haberler düşer ortalığa. Hadi, her şey bırakılır, bunların peşine düşülür. Dedim ya, büyüklerimizin hikmeti de büyüktür! 
 
Mesele şimdi, Çamlıca’da yapılması düşünülen cami meselesi var. Baş büyüğümüz, şanına, büyüklüğüne yakışır bir cami planlamaktaymış orası için. Tüm İstanbul’dan görülesi imiş! Artık Selimiye, ya da Süleymaniye’nin post-modern bir versiyonu mu olur; bilemiyorum ama parayla buluşmayı iyi başaran post-modern İslam’a, post-modern bir cami yaraşır diye geçiyor içimden. Mesela altı Beyaz Saray, üstü kubbeleri ve minareleriyle Süleymaniye gibi bir şey....    
 
Müslüman çevreler bile karşıymış bu fikre ya, baş büyüğün buna aldıracağını sanmam. Ata dede yadigarı olanlar dışında köydeki camilerin çoğunun hem “ucube” hem de alışveriş merkezlerinin benzerine dönüştüğünü söyleyenler de varmış ama kimin umuru? Baktı ki, İstanbul Kanalı projesi zor; çok da zaman alacak bir iş. Onu beklemektense, Çamlıca’ya cami yapmayı seçti. 
 
Köyün geri kalanı da, Cern’le uğraşacak değil ya; camiyi seyrederek büyüklenecek artık!