Sosyal bilimlerde fizik bilimleri misali yasalar yoktur. “Bu kalemi elimden her bıraktığımda düşer” önermesi kesin bir önermedir, çünkü yerçekiminin varlığını biliriz. Ya da örneğin matematiksel birtakım hesaplarla bir göktaşının dünyanın ne kadar uzağından, hangi tarihte geçeceğini söyleyebiliriz. Oysa sosyal bilimler bu tür önermelerde bulunamaz, bu tür hesaplar yapamaz. Şüphesiz bu sosyal bilimlerin bilim olmadığı anlamına gelmez ama fizik bilimlerinden farkını ortaya koyar.

Ne demek istiyoruz? Somutlaştıralım. Örneğin bir ülkede enflasyon artıyor, ülkenin parası değer kaybediyor, faizler yükseliyor, işsizlik artıyor, hayat pahalılaşıyor ve giderek artan oranda insan yoksullaşıyorsa, o ülkede iktidarda olan partinin zayıflaması ve hatta iktidardan düşmesi ihtimali önemli derecede artar. Ancak buradan bir fizik yasası misali “Ekonomi bozulursa iktidar değişir” sonucu çıkmaz.

Bunun nedeni ise bizzat sosyal olanın niteliğinden kaynaklanır, sosyal hadiseler tek bir faktörden kaynaklanmadığı gibi, doğrusal bir şekilde tek bir sonuca doğru da ilerlemez. Çünkü sosyal hadiselerin nereye evrileceğini o hadisenin özneleri, mevcut konjonktür ve o hadisenin gerçekleştiği toplumsal, siyasal, ekonomik, ideolojik yapı arasındaki karmaşık ilişki ve etkileşimler belirler.

Öznelerle kastedilen siyasal aktörlerdir. Siyasal aktörlerin güçleri, taktik ve stratejileri, hadisenin gidişatını belirleyecektir. Somutlaştırarak söylemek gerekirse, bir ekonomik kriz neticesinde iktidarın değişip değişmeyeceğini, iktidarın ve muhalefetin karşılıklı olarak yapacağı hamleler belirler. İktidar otomatik olarak değişmez, ancak belirli güç mücadelelerinin neticesinde, karşısındaki güçler iktidarı değiştirebilirler.

Bu aynı zamanda konjonktürle ve yapıyla, yani kimin ne kadar örgütlü olduğuyla, kimin hangi sınıfları harekete geçirebildiğiyle, kimin kendini meşru kabul ettirebildiğiyle ilgilidir. Ayrıca sermaye-iktidar ilişkileri, iktidarın emekçi sınıflar üzerindeki etkisi, halkın örgütlülük seviyesi, güç aygıtlarının konumlanışı, ideolojik aygıtların ve propaganda mekanizmalarının nasıl kullanıldığı da neticeyi etkileyecek faktörlerdir.

Şimdi, yazının buraya kadar olan kısmını biraz teorik ve biraz da sıkıcı bulabilecek okurları rahatlatacak bir şekilde, meseleyi daha da somutlaştırabilir ve Türkiye’ye getirebiliriz.

Türkiye toplumunun muhalif kesimlerinde art arda alınan seçim mağlubiyetleriyle birlikte eldeki bütün çarelerin tükendiği ve ancak büyük bir ekonomik krizin bu iktidarı götürebileceği yönünde yaygın bir inanış var. Ancak yukarıda söylediğim üzere, elimizde ekonomik krizlerde iktidarın otomatik olarak değişeceğine dair bir yasa yok. Bunu siyasi özneler ve yapı, daha açık söylemek gerekirse siyaset belirleyecek. Taraflar siyasal alanda karşı karşıya gelecekler ve sonucu siyasal mücadele tayin edecek. Dolayısıyla burada kendisine muhalif diyenlere ve onların örgütlerine, partilerine büyük rol düşecek. Bunun için de hem ideolojik hem politik mücadele vermek, yani elini taşın altına koymak gerekecek.

İdeolojik mücadele ile her şeyden önce iktidarın “Hepimiz aynı gemideyiz” söylemini reddetmeyi kastediyorum. Bu krizin sorumlusu halk değil, iktidardır, onun arkasındaki sermaye sınıfı ve emperyalizmdir; üretim ekonomisi kurmak yerine ülkeyi sıcak paraya bağımlı hale getirenlerdir, beton ekonomisine mahkûm edenlerdir. Dolayısıyla krizin faturası da onlara çıkarılmalı, bu faturayı neden bizim ödemememiz gerektiği halka doğru bir şekilde anlatılmalıdır.

Bunun yanı sıra, hem “dış güçler” söylemi hem de dinsel demagoji teşhir edilmeli, bunların hepsinin krizin üzerini örtmek için kullanıldığı, eldeki bütün araçlar (TV, gazete, radyo, internet, bildiri, afiş, forum, panel) kullanılarak toplumun geniş kesimlerine aktarılmalıdır.

Aynı şekilde “yapısal reformlar” adı altında liberal/piyasacı çözüm önerilerini, IMF politikalarını da açık bir şekilde reddetmek, sırf iktidara muhalifler diye piyasacı çözüm sahiplerini muteber iktisatçı konumuna getirmemek gerekmektedir.

Politik mücadele ise halkın, çalışan sınıfların örgütlenmesi anlamına gelmektedir. Emek örgütlerinin krizi baz alan bir politik mücadele programını acilen hazırlaması, sosyalistlerin daha fazla kişiye ulaşacak araçlar ve yöntemler yaratması, artan hoşnutsuzluğun politikleştirilmesi, mahalle-semt forumlarında krizin, yoksullaşmanın gündem yapılması, yoksullaşmaya karşı dayanışma mekanizmalarının oluşturulması, toplumda ses getirebilecek yeni propaganda ve eylem biçimlerinin bulunması, geniş katılımlı ve etkili tüketim boykotlarının örgütlenmesi (örneğin benzin ya da alkol), somut birtakım hedefler konulması (asgari ücretten vergi alınmaması, gıda maddeleri üzerindeki ÖTV’nin aşağı çekilmesi, borsa-döviz-faiz kazançlarının vergilendirilmesi kampanyaları, enflasyonun üzerinde maaş artışı talep edilmesi vb.), ilk elde akla gelenlerdir.

Velhasıl, krizin kimin krizi olacağını da, faturayı kimin ödeyeceğini de, hangi değişimleri beraberinde getireceğini de politik ve toplumsal mücadele belirleyecek, meseleye bu açıdan bakmamak ise daha baştan yenilgiyi kabullenmek anlamına gelecektir.