AKP’nin ilk iktidar yılları, Batıda 70’lerin sonundan itibaren sıkça örneğini gördüğümüz “yeni sağ” anlayışın bir yansımasıydı: Bir yandan neoliberal ajanda uyarınca özelleştirme ve taşeronlaştırma gibi piyasacı uygulamalar yoğun bir şekilde hayata geçiriliyor, öte yandan topluma din, aile, gelenek gibi klasik muhafazakâr değerlerle sesleniliyordu.

Bu muhafazakârlığın aslında özdeki İslamcılığı örttüğü zamanla anlaşılacaktı. AKP devlet aygıtını dönüştürerek ve kurumları ele geçirerek “gerçek iktidar” oldukça, muhafazakârlık adlı örtü sıyrıldı ve İslamcılık gözle görünür bir veçheye kavuştu. İçeride “kızlı erkekli” tartışmasından “iki ayyaş”a, “en az üç çocuk”tan “anaokullarına din dersi”ne uzanan bir genişlikte dinselleşme derinleşirken, dışarıda ise emperyal heveslerle İhvancı bir siyaset izlenmeye ve Selefi cihatçılara destek verilmeye başlandı.

Liberalizm, muhafazakârlık, İslamcılık… “Türk sağının rüya partisi” sağın bütün unsurlarını bünyesinde toplasa da, “eksik bir şey” vardı: Milliyetçilik. Bir sağ parti olarak AKP’nin ve yöneticilerinin söyleminde milliyetçi vurgular elbette mevcuttu, ama daha çok bir “kenar süsü” olma niteliği taşıyordu. Bunun ideolojik nedeni, Milli Görüş geleneğinin milliyetçiliği İslam’la bağdaştırmıyor oluşu ve yola “millet”ten değil, “ümmet”ten çıkmasıydı. Milli Görüş, hem Kemalizmin hem de ülkücü milliyetçiliğin Türklüğe yaptığı vurguya mukabil, esas vurguyu Müslümanlığa yapıyordu. AKP bir “millet”ten bahsediyordu, ama MHP cenahının sürekli olarak eleştirdiği gibi o milletin adının ne olduğunu bir türlü söyleyemiyor, çünkü aslında kolektif kimliğin yurttaşlık ya da etnisite değil, din eksenli olması gerektiğine inanıyordu.

Konjonktürel neden ise hiç şüphesiz ki Kürt sorunuydu. Milli Görüş geleneğinden gelen partiler için Kürt sorununun çözümü “İslam kardeşliği”nden geçmekteydi. AKP’nin açılım ve çözüm planı da bunun üzerine temellenmişti ve dolayısıyla miting meydanlarında, “Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına almış bir partiyiz” denmesinin nedeni buydu. Ara sıra MHP seçmenine göz kırpmak gerektiğinde ise, “Milliyetçilik hizmetle olur” denilerek, örneğin Orhun Anıtları’nın tadilatı için bütçeden ayrılan paradan ya da Orta Asya’ya yapılan seyahatlerden söz ediliyordu.

Ancak ne zaman ki başkanlık planları adına Türk sağının bütün kesimlerinin tahkim edilmesi ve bunun için de Kürt sorununun siyasal kutuplaşmanın merkezine yerleştirilmesi planı gündeme geldi, işte o zaman “eksik parça” tamamlandı ve liberalizmin, muhafazakârlığın ve İslamcılığın yanına milliyetçilik de eklendi. Artık “tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” sloganı giderek daha fazla duyulacak ve Rabia işareti Mısır İhvan’ıyla dayanışmanın sembolü olmaktan çıkıp AKP’nin bütün sağı kendi bünyesinde eriten bir partiye dönüşmesinin sembolü haline gelecekti.

İslami söylemin yanına milliyetçiliğin eklenmesi aslında bir AKP icadı değildi. 1980 öncesi sola karşı İslamizasyon politikaları derinleştirildiğinde, Aydınlar Ocağı Türk-İslam sentezini formüle edecek ve milliyetçiliğin bileşiminde dinin dozajı giderek artacaktı; sağın kendisini tahkim edebilmesi ve solun hegemonyasına karşı durabilmesinin yolu buradan geçiyordu çünkü. Bugün ise milliyetçiliğe yapılan din aşısından değil, İslamcılığa milliyetçilik aşısı yapılmasından söz ediyoruz. Seçime doğru gidilirken harekete geçirilen ve sokağı terörize eden kitleleri hatırlatarak söyleyelim ki; 1980 öncesi sola karşı hayata geçirilen “teyakkuz hali”nin bir benzeri bugün Kürt sorunu bağlamında tekrarlanıyor ve sağın bütün unsurlarının bu teyakkuz haliyle “tek parti-tek lider” etrafında kenetlenmesi hedefleniyor.

Özel harekâtçıların operasyonlar esnasında yazdıkları duvar yazıları, içinde bulunduğumuz konjonktürü müthiş bir şekilde sembolize ediyor: “Kanımız aksa da zafer İslam’ın”la “Kurdun dişine kan değdi” sloganları, yeni Türk-İslam sentezinin nasıl kurulduğunu bize gösteriyor. Sentezin kalabalıklardaki yankısı ise bir tür lümpenlik olarak somutlaşıyor; milli maçlarda önce Ankara, sonra da Paris Katliamı için yapılan saygı duruşlarına yönelik ıslıklı protestolar, getirilen tekbirler ve “Şehitler ölmez vatan bölünmez” sloganları Türk-İslam sentezinin yeni versiyonuna dair önemli ipuçları veriyor.
Türkiye, milliyetçilikle tahkim edilmiş ve militer unsurları da olan, savaşı, ölmeyi ve öldürmeyi kutsayan bir dinselleşme dalgasıyla kuşatılmış bulunuyor. Buradan varılmak istenen yolun başkanlık olduğu ise kolaylıkla görülebiliyor.