Yeni yıl gelirken, orada burada, “bitsin bu lanet 2016” dendiğini görüyorum. Öyle acılı günler, öyle karanlık olaylar yaşadık ki, 2016’yı lanetlemekte bir sorun yok. Ne var ki, 2017’nin lanet bir yıl olmasının nasıl önleneceği belli değil; önemli mesele de orada!

2016’yı değiştiremeyiz ama 2017’yi, yeni yıl dileklerindeki gibi, “umutlu ve mutlu bir yıl” yapmayı becerebilecek miyiz?

Bir yıl önce, 2016’ya girerken yazdığım yazıdan bir alıntı ile anlatayım derdimi:

“2015’ten 2016’ya...

Yılın ilk günü; yılın ilk yazısı. İnsanların birbirlerine iyilik dilemeleri iyidir; öyle başlayayım:

Yeni yılınız kutlu olsun.

Dilek iyi de, 2016 kutlu olsun istiyorsak hatırda tutmamız gerekenler var.

-Suruç, Ankara... Barikatlar, hendekler... Bombalar, patlamalar... Kapanmış dükkânlarla, indirilmiş kepenkler... Durmadan cenaze kaldıran kentler, gömülemeyen ölüler... Yollara düşen insanlar... Büyüyen kin, bölünen toplum...

Her şey gönlünüzce olsun.

Birilerinin gönlünce olanlar var, elbet Başkanlık sevdası... Başkanın adamları... İşlemeyen anayasal kurumlar... Adaleti kalmamış hukuk... Bağımsızlığı yok olmuş yargı... Tasma takılmış medya organları... Tutuklu gazeteciler... Hazır ola geçmiş üniversiteler...

Sağlıklı ve umutlu bir yıl dilerim.

Dilerim de, umudu katleden muhalefet partilerini ne yapayım! ... Kendi derdinden ötesini görmeyen muhalif partiler... İktidarı eleştirmeyi siyaset sanan siyasiler... Kişisel araç olmaktan kurtulamayan siyaset... Dininden, memleketinden, cebinden, boğazından zokayı yutmuş yığınlar...

Ya da lime lime olmuş toplumsal muhalefet... Yüzlerce farklı fikir ve öncelik... Yüzlerce ”ben ve benimki” savaşı... Herkesin derdi başka... Herkesin barışı bile ayrı...“

Şimdi siz söyleyin, yeni bir yıl gelirken daha iyi bir durumda mıyız?

En azından, lanetimizin yıllarla değil; dünyayla, sistemle, yöneticilerle, hatta teknoloji ve tabii ki insanla ilgili olduğunu gördük de, bu yıl için daha umutlanabilir miyiz?

Yoksa yukarıdakilere daha ciddi yeni dertlerimizin eklendiğini mi söylemek gerekiyor?

Hayır, bu yazıda, ne terörden ne de önümüzdeki yılın en önemli konusu olmaya aday “başkanlık sevdasından” söz edeceğim. Zaten medya, getirilecek sisteme uygun ad bulma yarışı ile sistemin ne menem bir tehlike ya da ne büyük ve verimli bir geçiş olacağına dair yorumlarla dolu! Ben de birçok yazımda, Güney Amerika’ya özgü “başkancı sistemden” ve ne anlama geldiğinden söz ettim.

Ama şimdi, Meclis’te müzakere edilir(miş) gibi yapılan, gazetelerde o madde bu madde diyerek tartışılan anayasa değişikliklerinden söz etmek, bir oyuna katılmak gibi geliyor bana! Yapamıyorum.

Şimdi, bunları konuşmayı, iktidarı ve niyetlerini eleştirmekle siyaset yaptıklarını sanan CHP’lilere bırakıyorum! Aylar önce yazmıştım; Meclis’ten çekilmek gibi hem ses getirecek hem toplumda karşılık bulacak bir siyaseti ortaya koyamadıkları için, şimdi komisyonlarda boş yere kürek çekip durduklarını görüp üzülmemek elde değil tabii!

Yapılan değişikliklerin Meclis’te 330 oyu bulmaması gibi hayallerine gelince, bakın, onun için duacıyım!

Bugün, yeni bir yıl gelirken, en büyük dönemecin, insanın ve toplumların -ve de dünyanın- huzuru, güveni, refahı için, “ilk şartın” barış olduğunun görülmesinden geçtiğini söylemek istiyorum.

Savaşın nasıl bir yıkım olduğu ortada. Savaşın, silahın, bombanın sokulduğu her yerde ölümler, kayıplar, göçlerle gelen büyük bir insanlık dramı yaşanırken, yıkılan kentler, bombalanan araziler, zehirlenen topraklar, talan edilen tarihle birlikte gelen bir de uygarlık dramı da yaşanmakta.

Örneğin Suriye’de beş yılı aşkın bir savaş, yüz binlerin ölümü, milyonların yersiz-yurtsuz ve vatansız kalışı, güzelim kentlerin harap edilmesini yaşadıktan sonra, bugün ateşkese ve barış müzakerelerinin başlayacağı umuduna sarılıyoruz. Umarım öyle de olur!

Bu nedenle Hükümet’in Suriye’de Esad’la müzakereye oturacağı, bunun bir “çark” anlamına geleceği filan umurumda değil: Yeter ki çatışmalar dursun; Suriye’de yaşam “normalleşmeye”, insanlar yaşamaya başlasın!

Tabii, bu savaşın gerisindeki tüm güçlere, “aklınız neredeydi” diye sormayı çok istiyorum ama bundan bile vazgeçebilirim. Yeter ki, bu acı ve yıkımlar, savaş gibi bir canavarın sorunların çözümüne bir çare olmadığını herkese öğretmiş olsun! Bir duam da bu!

Çünkü savaşın yol açtığı acı ve yıkım kadar, yanlış ve doğru bilinen, önemsenen ve kaçınılan şeyler gibi insanın, dünyanın, hatta çağın anlam ve değerler dünyasına –zamanın ruhu da diyebiliriz- verdiği hasar var ki, bunun sonuçlarının halka halka yayılıp dilimizden duygularımıza çok şeyi zehirlediği ortada.

İnsanlığın umutlu yılları da, ancak bu zehri önleyebildiği ölçüde gelecek.

İşte benim 2017 için en büyük dileğim bununla ilgili. Umarım, dünyanın her yerinde ve Türkiye’de insanların, savaşın her zaman “barbarlık” anlamına geldiği gibi her zaman kendileri için birçok acı ve kayba neden olduğunu daha iyi anlayacakları bir yıl olur.