Adalet Yürüyüşü ve sonrasındaki Maltepe mitingi üzerine bir şeyler söyleyebilmek için öncelikle aşağıda sıraladığım dört çelişkiye bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Çelişkileri ortaya koyduktan sonra yürüyüş ve mitingin Türkiye siyaseti açısından nasıl bir anlam ifade ettiğini anlatmaya çalışacağım.

İktidar partisinin birinci çelişkisi: Sokağı asıl ve en büyük tehdit olarak görmesine rağmen, ülkeyi süreklileşmiş olağanüstü hal ve KHK’lerle yönettiği, anayasayı askıya aldığı, Meclis’i işlevsiz hale getirdiği, toplumun en az yarısına “Benden değilsen teröristsin” dediği ve dolayısıyla “normal” siyaset yapmanın bütün kanallarını tıkadığı için muhalefete sokak dışında siyaset yapma şansı bırakmamış olmak.

İktidar partisinin ikinci çelişkisi: İnşa ettiği rejimi yerleşik kılabilmek için bir yandan istikrar ve normalleşmeye ihtiyaç duyarken, öte yandan o inşayı en başından itibaren dost-düşman ikiliğine dayandırdığı ve süreklileşmiş bir olağanüstü hal olmaksızın yönetemediği için, kendi tabanını teyakkuz halinde tutabilmek adına sürekli sokağı işaret etmeye mecbur olması, meşruluğunu sokaktan almak zorunda kalması.

Ana muhalefet partisinin birinci çelişkisi: Rejim inşasının düzenin bekası için artık kesin bir tehdit haline geldiğini gördüğü için, normalleşme ve ülkenin fabrika ayarlarına dönmesi vaadiyle siyaset yapmaya başlaması, ancak iktidar partisi legal ve normal siyaset alanını kapadığı için, yüzünü sokağa dönmekten başka bir çaresinin kalmaması; yani normalleşmeyi ancak olağanüstü bir siyaset biçimiyle ve olağanüstü bir sürecin sonunda tesis edebilecek zorunda olması.

Ana muhalefet partisinin ikinci çelişkisi: Düzenin bekası ve restore edilmesi adına hareket etmesine ve bunun ancak sağın konsolidasyonundan geçtiğini düşünmesine, yani rejime karşı merkez sağ bir parti görünümüne bürünmeye çalışmasına rağmen, hem partinin ara kadrolarının hem de tabanının yüzünün açıkça sola dönük olması, yürüyüşün bütün motivasyonunun solun değerleri, solun argümanları, sola ait şarkı, türkü ve şiirler üzerinden sağlanması.

Peki bu dört çelişkiyi tespit ederek ne yapmış olduk, ne söylemek istiyoruz? Söylemek istediğimiz şey birinci olarak şu: Türkiye’de ne tür bir normalleşme isteniyor olursa olunsun ve bunu kim istiyor olursa olsun, “normal” kanallardan siyaset yapmanın zamanı geçmiş gibi görünüyor. Yirmi küsur günlük yürüyüşe ve en az bir milyon kişinin katıldığı Maltepe mitingine, rejim şimdi yine sokakta ve benzer büyük kitle gösterileriyle karşılık verecek. Taraflar şimdilik karşı karşıya gelmediler, çünkü sokak sırayla sahipleniliyor ama bu, ilerleyen zaman diliminde karşı karşıya gelişlerin olmayacağı anlamına gelmiyor. Ana muhalefet eğer sokaktan vazgeçmezse iktidar sadece güvenlik politikalarına daha çok sarılmayacak, kitlesini paramiliterleşmesi ihtimal bir şekilde daha çok sokağa çağıracak.

Söyleyeceğimiz ikinci şey ise şu: Ana muhalefet partisi düzenin bekası adına sağın konsolidasyonunu önemsese de, kitleleri ideolojisizleştirmeye ve soyut bir adalet talebi üzerinden mobilize etmeye çalışsa da, muhalefetin olağanüstü biçimi ve sokakta olunması nedeniyle, sokağa çağrılan kitlelerin kendilerine çizilen sınırlar içerisinde tutulması öyle kolay olmayacak. Yani tepedekiler istedikleri kadar apolitik ve dolayısıyla sağcılığı yeniden üretmeyi hedefleyen bir yol haritasına sahip olsa da, sokakta olunmaya devam edildikçe kitlenin kendi meşruluğunu sol argümanlarla, sol kültür içerisinden üretmesi durumu devam edecek. Yürüyüşün sembol marşlarına, şarkılarına bakalım örneğin: “Yürüyoruz zincirleri kıra kıra”, “Bekle bizi İstanbul”, “Güzel günler göreceğiz”… Bunların hepsi sola aittir ve hem sokağa çıkıldığında sola referans vermenin zorunluluğuna hem de kitlenin yüzünün sola dönüklüğüne işaret etmektedir. Sokak varsa, kaçınılmaz olarak sol vardır.

9 Temmuz bir milatsa, ki öyle görünmektedir, önemli olan bu miladın nereye evriltileceğidir. Rejim çok büyük ihtimalle çubuğu giderek zora bükecek, rızayı tesis etmede giderek zorlanacak, olağanüstü hale daha sıkı sarılacaktır. Eğer ana muhalefet geri adım atarsa, 9 Temmuz rejimin despotizmde bir eşiği daha aşmasının miladı haline dönüşebilir. Eğer ana muhalefet 9 Temmuz’dan sonra da bu yeni stratejisini sürdürür ve olağanüstü muhalefete devam ederse, buradan rejimin sonunun gelmesi ve dolayısıyla düzenin bekasının tesisi, restore edilmesi gibi bir sonuç çıkabilir. Her iki durumda da, tarihin 9 Temmuz öncesi ve sonrası diye yazılacağı açıktır.

Peki rejimin devamıyla düzenin bekası/restorasyonu dışında üçüncü bir seçenek var mıdır? Bu sorunun yanıtı, kürsüyle kitle arasındaki açıda, kitlenin yüzünün sola dönüklüğünde, söylediği şarkılarda, okuduğu şiirlerde, attığı sloganlarda, o kitleyle kurulacak ilişkidedir ve o ilişkinin örgütlenmesiyle, yani esas olarak siyaset yapmakla doğrudan ilgilidir. Rejimin de düzenin de krizini olağanüstü yöntemlerle çözmekten başka bir seçeneğinin olmadığı bu konjonktür, sola siyaset yapma, toplumsallaşma, özneleşme açısından büyük olanaklar sunmaktadır ve esas meselemiz bu olanakların değerlendirilip değerlendirilmeyeceğidir.