İsmet İnönü, 1958’in sonlarında aynı zamanda damadı da olan gazeteci Metin Toker’e Menderes yönetimi ile ilgili olarak şöyle der: “Şimdi ben neden korkarım bilir misin? Kendilerini öyle suçlu bulurlar ki, bir defa bu kudret mevkilerinden düştüler mi, dünyada başlarına gelmeyecek olanın kalmayacağını düşünürler ve her şeyi göze alırlar.” Bugün de manzara aynıdır ve işte tam […]

İsmet İnönü, 1958’in sonlarında aynı zamanda damadı da olan gazeteci Metin Toker’e Menderes yönetimi ile ilgili olarak şöyle der: “Şimdi ben neden korkarım bilir misin? Kendilerini öyle suçlu bulurlar ki, bir defa bu kudret mevkilerinden düştüler mi, dünyada başlarına gelmeyecek olanın kalmayacağını düşünürler ve her şeyi göze alırlar.”

Bugün de manzara aynıdır ve işte tam da bu yüzden, sadece iktidar partisine oy verenlere “millet” denmekte, milli irade ancak sandıktan iktidar partisinin istediği sonuç çıktığında tecelli etmiş olmakta ve seçimler sandıktan iktidar partisi çıkana kadar tekrarlanabilmektedir.

İktidar partisi şu an İstanbul özelinde bir tercih sürecinde. Bir ayağı, fiilen tanımadığı 7 Haziran seçimlerinden sonra, bu sefer de resmen İstanbul seçim sonuçlarını tanımama seçeneğine basıyor. Öteki ayağı ise kendisinin de meşruluk kaynağı olan ve Türkiye’de 1950 yılından beri iyi kötü işleyen seçim mekanizmasının tam üzerinde duruyor.

Türk sağı 1946’dan, yani çok partili hayata geçtiğimiz günden beri “milli irade” fetişizmine yaslanır. Demokrat Parti’nin o ünlü sloganı “yeter söz milletindir” tam da bu fetişizmin veciz ifadesidir.

Türk sağı, “vesayete”, “elitlere”, “milletin değerlerine yabancılaşanlara” karşı kendisinin “milletin sesi” olduğu iddiasından beslenir. Oysa tarih boyunca, IMF ile anlaşmalar yapan, ülkenin kamusal varlıklarını sermayeye üç kuruşa satan, ülkeyi ABD/NATO üsleriyle dolduran, Kore’den Irak’a emperyalist planların parçası olmak için can atan hep Türk sağı olmuştur ve burada konuşan millet değildir, burada milletin çıkarları yoktur.

İktidar partisi de bu geleneğin temsilcisidir ve çoktan kendi sermayesini, kendi elitlerini, kendi zenginlerini yaratmış olmasına, emperyalizmle kendi bekası adına pazarlık etmek dışında bir derdi olmamasına, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan bu adaletsiz düzenin sürdürücüsü olmasına rağmen milletin temsilcisi olduğu iddiasından vazgeçmemektedir.

Milli irade fetişizminin demokrasiden anladığı sadece sandıktır, demokrasiyi ve siyasal katılımı belli periyodlarla sandığa gitmeye indirger, sendikaları, demokratik kitle örgütlerini, sokağı kriminalize eder, örgütlü bir halktan korkar, seçimde elde ettiği sayısal üstünlüğü kendinden olmayanlara siyasal alanda yaşam hakkı tanımamak için kullanır, denetimsiz, kontrolsüz bir rejim arzular.

İşte bugün foyası meydana çıkan tam da bu milli irade fetişizmidir. Demokrasiyi sandığa indirgediği, oyunun bütün kurallarını kendisi belirlediği, bütün bir medyayı kontrol ettiği, fiili bir olağanüstü hal rejimi uyguladığı halde sandıktan istediği sonucu çıkaramayan bu fetişizm, şimdi halkın iradesini tanımamak için elinden geleni yapıyor, bu iradeye “mazbata fetişizmi” gibi abuk subuk isimler takıyor.

Bunu neden yaptıklarını ise biliyoruz, İnönü’nün başta aktardığımız sözü uyarınca “kudret mevkileri”nden düştüklerinde “dünyada başlarına gelecek olmayanın kalmayacağını” düşünüyorlar. Tam da bu nedenle şu an, İstanbul seçim sonuçlarını tanımayıp, rant, ihale, kupon arazi, vakıflara para aktarımı üzerine kurulu saadet zincirinden, yani rejimin ekonomi-politiğinin ana coğrafyasından vaz mı geçsinler, yoksa daha önce bu ölçüde örneği görülmemiş bir şekilde resmen iptal kararı alıp gözünü karartarak ve elbette ki rejim inşasında yeni bir evreye geçerek yola devam mı etsinler, bunun fayda-maliyet hesabını yapıyorlar.

Her iki durum da ciddi kırılmaları beraberinde getirecek, bu kırılmaların neler olacağını ise yakın zaman içerisinde göreceğiz.