Ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun!

1997 yılının Ekim ayında, Şırnak’ın İdil kazasında “sıra dışı” bir olay gerçekleşti ve bir rock grubu, ilk kez orada konser verdi. Bulutsuzluk Özlemi, olayın failiydi. Normal şartlarda haber değeri bile olmayan olayı “sıra dışı” yapan, İdil’in (ve bölgenin) savaştan çıkmasıydı ve bu konser, bölgenin normalleştiğini gösteren ilk adımlardan biriydi. Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, henüz minareli süngülü şiirini okumamış, hapse girmemişti. Türkiye’nin normalleştiğini düşünüyorduk. 90’ları tam da göbeğinde (ve bunu Türkiye’nin başkentinde en ağır biçimde) yaşayan biri olarak, “savaş”ın bitişine dair emareleri heyecanla karşılıyor, sonrası için umutlarımızı canlı tutuyorduk. İdil’deki Bulutsuzluk Özlemi konseri, bizi bu yüzden de heyecanlandırmıştı.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği tarafından tasarlanan, “gericiliğe karşı” yapılan konser düzenlendiğinde İdil’de savaşın izleri henüz tazeydi. İdil kaymakamı Hüseyin Parlak, (sonradan Ergenekon’un 12. dalgasında tutuklanarak hapse atılacak olan) akademisyen Prof. Ayşe Yüksel’in yardımlarıyla düzenlenen konsere tam destek vermiş, ev sahipliğini üstlenmişti. İlki o yıl yapılan Bizim İdil Festivali bünyesinde gerçekleşen konser, medyada büyük ses getirmişti. Bulutsuzluk Özlemi, bir yıl önce “Yaşamaya Mecbursun” adlı konser albümünü yayımlamış, ertesi yıl piyasaya çıkacak olan “Yol” üzerinde çalışıyordu. Umudumuzu artıran gruplardan biriydi –ki adı bile, umudun tarifi.
Konser, “Yaşamaya Mecbursun” ile başlamıştı. Nejat Yavaşoğulları, “oraya denk düşüyor” diye açıklamıştı bunu. Sonrasında Cumhuriyet Mitingleri’nde bizzat söyleyeceği “Acil Demokrasi”yi, Olağanüstü Hal Bölgesi’nde seslendirmesini ise şöyle anlatıyordu: “Tam da söyleneceği yerdi orası. Bazen bazı devrimciler gelir Hayal Kahvesi’ne, niye ‘Acil’i çalmadınız der. Bir başka hafta gelir, niye böyle bir ortamda bu şarkıyı çalıyorsunuz der.” Bir not: Şahane (ve özlediğimiz) dergi Roll’un Kasım 1997 tarihli 13. sayısında Serkan Seymen’in yaptığı söyleşiden aldım bu sözleri. Yazının bundan sonrasında alacaklarım da oradan.

İdil konserine dair enteresan anekdotlardan biri, şehrin sokaklarında dolanan Bulutsuzluk Özlemi üyelerini gören “bir kısım esnaf”ın mehter marşı çalmaya başlaması: “Kahveye gittiğimizde bangır bangır mehter marşı çalıyorlardı. Bir de, MHP ilçe başkanıymış, arabasıyla yanımıza geldi, bangır bangır mehter marşı çalıyor gene, gece düğün var gelsenize dedi. Mehter marşıyla dolaşıyor, dünyası o.”

Nejat Yavaşoğulları söyleşisinde altı çizilmesi gereken cümlelerden biri, şu: “Eğitilmemiş bir toplumla hiçbir şey yapamazsınız, demokrasi falan da olmaz.” Sonrası şöyle: “İnsanın demokrasi için kafasında seçim yapması lazım. Okuyacağı gazeteyi, dinleyeceği müziği seçebilmesi lazım, bunun için de eğitimli olması lazım. İnsanın bulunduğu yer, milleti önemli değil, insanın birey olarak yücelebilmesi önemli.” Tam da bu noktada, geçtiğimiz günlerde katıldığı bir televizyon programında cehaleti savunan Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı geliyor akla… Ne demişti, hatırlayalım: “Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır. (…) Türkiye’nin okumuş kesimi, profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mensupları. Olayları en rahat okuyanlar, ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim çünkü gidişatı okuyamıyorlar, zihinleri bulanık.” Bugün, makbul görünen yazık ki ikincisi. Eğitim, ayaklara dolanacak bir zincir olarak görülüyor bu ülkede. Haklılar zira eğitilmiş insan soruyor. Yıllar önce, seminer vermek üzere gittiğim bir devlet okulunda, öğrencilerin soru sorması “atanmış” müdür tarafından engellenmişti. Gerekçesini şöyle açıklamıştı, başbakanının müdürü: “Öğrenciler size soru sorarsa derste de öğretmenlerine soru sormaya başlar. Sonra önünü alamayız.”


Soru sormayan, koşulsuz biat eden, söylenen her şeye inanacak bir kite yaratmak istiyorlar. Bunun için, önlerinde engel gördükleri her şeyi yok etmeye kararlılar. Gördüklerimiz fena: Muhalif gazetelerin (kayyum atanmak suretiyle fiilen) kapatılması, yazarların tutuklanması, kitapların yasaklanması, “sakıncalı”ların toplatılması ve daha bir sürü şey… Şiir okuduğu için hapse atılan Cumhurbaşkanı, bugün şiir okuyana çatıyor. Şiir yazan başbakanlar çıkartan ülkede artık tanık olduklarımız bunlar. Bilmeyen yoktur ama hatırlatayım: 1970’li yılların başında “umudumuz” sloganıyla ve heyecanla karşılanan Bülent Ecevit şairdi. Aşk, sevda, umut ve emek şiirleri yazardı. 1997’de, Bulutsuzluk Özlemi İdil’e gittiğinde başbakan yardımcılığı görevindeydi ve kimileri için o dönemki umudun da temsilcisiydi. Olmadı. Sonrası daha da fena oldu hatta ama umut hep baki kaldı: Ecevitli ya da Ecevitsiz…
Cuma günü, çok güzel bir okulda, şahane öğrencilere “şiir – müzik ilişkisi”nden söz ettim. Genç, okumaya hevesli, olaylara umutla bakan öğrenciler tanıdım. Nâzım Hikmet’in “Nikbinlik” şiiriyle beni karşılayan, arkadaşları Berkin için yazdıkları şarkıyı çalan ve “güzel günler göreceğiz” dizesine gönülden inanan gençler tanıdım. Yazık ki şöyle bir şeye de tanık oldum: Gülten Akın’ın şiirinden Grup Yorum tarafından bestelenen “Büyü”yü Berkin için çaldığımda bir grup genç salonu terk etti. “Ülkücü öğrencilerimiz” dedi, öğretmenleri. Dinlemeyi reddeden, farklı düşüncelere açık olmayan öğrenciler. Oysa söyleşinin bir yerinde Mehmet Akif Ersoy’dan, Rıza Tevfik Bölükbaşı’ndan söz etmiştim. Çıktıkları için duymadılar. Tersi de fena elbette: Necip Fazıl Kısakürek’ten söz etsem, başkalarından tepki alırdım belki. “Solcu öğrencilerimiz” derdi bu kez öğretmenleri. Özeti şu: Dinlemeyi bilmeden konuşmaya çabalamak, yapılacak en büyük hata. Söyleneni dinlemek ve ona sözle (şiddetle, yumrukla ya da silahla değil, sözle) karşılık vermek, tartışmak, yapılabilecek en iyi şey. Yazık ki, tartışma yetimizi yitirdik. Üniversite yıllarımda ülkücü “arkadaşlarımız”la yaptığımız tartışmaları bugün yapamıyoruz. Yekten kavga başlıyor. Kendi fikrini savunmayanla konuşmamak, başta cumhurbaşkanı olmak üzere bütün devlet erkanının yaptığı… Katıldıkları programlarda bile “yandaş” gazetecilerin çanak sorular sormasını istiyorlar. Farklı seslere tahammülleri yok, “sakıncalı” sorular sorulmasını istemiyorlar. Arada sızan ve soru soranları da tehdit ediyorlar ya da çalıştıkları kurumu hedef gösteriyorlar ve üzerine gidiyorlar. Böylesi bir ortamda tartışmanın faziletlerini anlatmak, deveye hendek atlatmaktan güç elbette…

Bulutsuzluk Özlemi’nin 19 yıl önce İdil’de verdiği konserle lafa girdim, başka bir yere gelecektim, laf savruldu. İyi de oldu. Daha fazla uzatmadan toparlayayım: Bu hafta sonu için farklı bir planım vardı. Yazıyı gazeteye gönderdikten hemen sonra Van’a gidecek, Cumartesi gece orada çalacak, Pazar sabahı elinizde tuttuğunuz eki Van’da okuyacaktım. Olmadı. Memleketin içinde bulunduğu durum ve Van’daki ortamın “uygunsuz”luğu, bunu engelledi. Van (ya da bölgenin diğer illeri) eskisi gibi değil: Pek çok müzisyen oraya gidiyor ve konserler veriyor. Yazık ki devlet, yarattığı fiili durumla bunu da engelliyor. Müzik yapmak için yollara düşmek bir yana, memleketin pek çok yerine normal şartlarda da giremiyorsunuz: Sur’dan Cizre’ye, Şırnak’tan Yüksekova’ya pek çok yerde sokağa çıkmak yasak. En son Silvan’dan geldi yasak haberi. Mart sonu itibariyle durumumuz şu: Memleketin yarısı, bomba patlar diye korkudan sokağa çıkamıyor, diğer yarısı ise yasak olduğu için evinde kapalı. Dahası, sokağa çıkması yasaklananlar evlerinde öldürülüyor.

Nejat Yavaşoğulları söyleşisine döneyim… Şu cümleleri kuruyor, terör bahsinde: “Ölmek ve öldürmeyi kutsal görüyorlar. Ölmeyi göze alan başkasını daha rahat öldürüyor.” Bu sözleri şimdilik kenara koyalım ve cumhurbaşkanının Cuma günü Bozok Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada söylediklerini hatırlayalım: “Kuru toprağa vatan diyemezsiniz. (…) Bir toprağın vatan olması için onun şehit kanıyla sulanması lazım. Bizim bayrağımızın renginin kırmızı olması da tesadüf değildir. Rengini şehitlerin kanından almıştır.” Şehitliği yücelten, (kendileri, aileleri ve arkadaşları hariç) herkesin o mertebeye çıkması için dua eden bir iktidarca yönetiliyor olmak, sahiden acayip.
Serkan Seymen, Roll’da, bugün andığım İdil konseri izlenimlerini anlatırken, belde hakkında şunları yazıyor: “Bir ana cadde, gerisi tek katlı evlerin arasından geçen tozlu toprak yollar, duvarlarda roket ve mermi izleri, panzerler ve zırhlı araçlar, hemen yanı başında Cudi Dağı ve şimdi sakin görünse de yakın zamana dek en çok çatışmanın yaşandığı yerlerden biri.” Bugün, gittiğinizde karşılaşacağınız durum daha da vahim: Yıkılmış evler, onlarca insana mezar olmuş bodrumlar, TOMA’ların gezdiği ıssız sokaklar. Çok değil, birkaç gün önce, cenazeyi basan ve tabutu taşıyanlara su sıkan TOMA’lardan söz ediyorum. Onların rahat ilerlemesi için “duble yollar” yapılmış elbette. İktidarın övündüğü, övünebildiği tek şey de bu zaten.

Bulutsuzluk Özlemi, 1997’de İdil’de bir konser verdi. Ben, 2016’da çalmak üzere Van’a gidemedim. Sorsanız, Türkiye “şahlandı”. Oysa şahlanan, birilerinin iktidar hırsı ve bu hırsla, daha çok can yakacaklar.