Akkuyu Nükleer A.Ş.’nin reklam filmi dönüp duruyor ekranda. Bisiklete binen mutlu çocuklar, nükleer enerjiyle güçlenen Türkiye’de, sağlıklı, mutlu bir geleceğe doğru pedal çeviriyor. İnanmamızı istedikleri mesaj bu. Felaketi, çocuk gülümsemesiyle paketleyip satmanın şeytanlığı üzerine söyleyecek tonlarca şey var. Ayıp, bunların arasından seçebileceğim en kibar söz olur. Siz en iyisi, kolsuz, bacaksız doğan; yüzü çökmüş, rengi solmuş kanserli Çernobil çocuklarının fotoğraflarına bakıp kendi sözünüzü kendiniz seçin.

Akkuyu Nükleer, patladığı 1986 yılından beri, Türkiye’den İskoçya’ya kadar geniş bir coğrafyada hayatı tehdit eden Çernobil’in mimarı Rus Rosatom’a emanet edildi. Çernobil öyle bir felaket ki, bugün 600 milyondan fazla insanı etkilediği söyleniyor. 2056 yılına kadar, kazadan kaynaklanan 240 bin yeni kanser vakasının daha ortaya çıkacağı düşünülüyor. Aradan 29 yıl geçmiş olmasına rağmen, etkileri sürüyor ve sürecek. Çünkü nükleer, kullanım ömrü kısa ancak çevreye yaydığı zehirle asırlık bir teknoloji.

Çernobil, Karadeniz’in üzerine de yağmış; çayımızı, fındığımızı, hayatlarımızı zehirlemişti. Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, kameralar önünde bardak bardak çay içip halka “her şey yolunda” mesajı verirken; kanser, Karadeniz’de pek çok hayata musallat olmaya başlamıştı bile. Nükleer enerji tartışmaları, onlarca yıldır tansiyonu yüksele alçala devam ediyor. 80’lerde canlı yayında çay içiliyordu, bugün evdeki tüpgazla denk tutuluyor.

Dönemin Başbakanı Erdoğan, Mersin ve Sinop’ta yapmak istedikleri nükleer santrallara karşı çıkanlara, riski olmayan hiçbir yatırım olmadığını, bu şekilde düşünürsek evde tüpgaz bile kullanmamamız gerektiğini söyledi. Ki bu, 2011’de meydana gelen Fukuşima nükleer felaketinden hemen sonra yapılmış bir açıklamaydı. Sadece bulunduğu ülkeyi değil, radyoaktif maddenin atmosfere karışmasıyla binlerce kilometre ötesini bile uzun yıllar zehirleyecek bir teknolojiyi tüpgazla eş tutmak, meseleyi ciddiyet zemininden çok uzağa savurtmak demekti.

Erdoğan, bir yıl sonra yaptığı konuşmada, nükleer santralın radyasyon tehlikesinin uçak yolculuğundan az olduğunu söyledi. Açıklaması, meseleye bakışında bir değişiklik olmadığını gösteriyordu. “Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralın kapısında otursanız, bir uçak yolculuğunda aldığınız kadar radyasyon almıyorsunuz” dedi ve olası bir patlamadan hiç söz etmedi. Bırakın kaza sonrasını, nükleer atıkların nerede, hangi yöntemle depolanacağına dair bile tek bir tatmin edici açıklama yapılmış değil.

Bunun yerine bol bol, “Türkiye’nin büyümesini, Türkiye’nin gelişmesini, Türkiye’nin dışa bağımlılıktan kurtulmasını istemiyorlar” propagandası var. Yaşam hakkının korunmadığı bir yerde bu sözlerin hiçbir hükmü, hiçbir değeri yok. Benim 33 yıllık ömrüm, milyonda bir denilen riske rağmen iki nükleer felaketi görmeye yetti. Açık ki, hem söylenenden daha fazla risk altındayız, hem de etkileri asırlar boyunca süren bir faciaya fırsat tanıyan planın içinde... Yaşam hakkı, günlük siyasete malzeme edilemez.

Kaldı ki Türkiye, eski rayda hızlı trenin yürütüldüğü, iki yaşam odasının madencilere çok görüldüğü, deprem paralarının duble yola gömüldüğü, insanların göz göre göre öldürüldüğü, suçlunun cezalandırılmadığı bir ülke. İtiraf edelim ki, bugün fay hattı üzerine nükleer santral yapmaya kalkışanlar, karnına kılıç saplayacak kadar sorumluluk aşkıyla yanıp tutuşan Japonlar’a hiç benzemiyor. Hoş benzese de boş, nükleer santralın dünyaya saçtığı zehrin geri dönüşü yok.

Bugün, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkeleri tek tek santrallarına kilit vuruyor; çünkü nükleer enerjiyle bir gelecek kurulamayacağını kabul ettiler. Çare, yenilenebilir enerji yatırımlarını artırmakta, tasarrufun gerekliliğine dikkat çekmekte ve doğayla uyum içinde yaşama arzusunda...