Okurlarla söyleşirken iki genç kız, bir de öğretmen geldi yanıma. İnsanlar çocuklarından utanıp, gizlerken, Selma öğretmen onurla yanında taşıyor ve yaşamla buluşturuyordu Zeliha ve Gizem’i!

Onurunu savunanların arasından geçtim geldim

1
Kaç zamandır yollardayım. Elimde küçük bir valiz, Şuşu ve Sinan, memleketi adımlıyoruz. Her gün ayrı bir şehre uyanmak, yeni yüzler görmek, insanlar tanımak hem yaratıcı, heyecan verici hem de yorucu. Otel odalarının soğuk yüzü, sabah kahvaltı salonlarının sessizliği, içinde insan olmayan sabahlara uyanmak! Kimi hikâye edilmesi olanaksız tanıklıklar ve unutulan tartışmalar… Üstelik ben yolculuk etmeyi sevmem. Bir yerde kök salmak için çabalar dururum! Belki yaşımla birlikte huyum da değişiyor, kim bilir…

Sürekli yazmak zorunda olan birinin adıdır yazar! Heves ederek, geniş ve konforlu zamanlarda yapılan bir eylem değildir yazmak. Bir yandan belleğe kazınıyor insan suretleri, bir gün, eminim bir romanın içinde yer bulacaklar; öte yandan, günlük yazıların telaşı biniyor üstüme. Siyasal yıkıcı gelişmelere, toplumsal çürümüşlüğe, zorbalığa direnmek için yazmak gerekli.

Kim okur, ne işe yarar diye sormadan yazmaktan söz ediyorum.

Odamın perdesini aralamıyorum şehir dışında, oteldeyken. Kendime bir ışık yaratıyorum. Bir de modern zamanların bu acayip ışıklandırma düzenlerinin nasıl işlediğini anlasam, rahat edeceğim. Yüz tane düğme var, hangisine bassam diğeri yanıyor, bir türlü dilediğim ışığa kavuşamıyorum. Yazmak, okumak, ışık arasında özel bir ilinti var.

Sabahları yazıya oturuyorum. Yolculuk öncesi bitirmeye çabalıyorum. Gün boyu sağa sola bakıp düşünüyorum ardından.

Memleketin yollarından geçen hikâyeleri duymaya çalışıyorum. Ne çok insan var ve bir o kadar insansızlık… İç içe…


2

Bursa Nilüfer’de bir pazartesi öğle sonrası imza, söyleşi için Ezgi Kitabevi’ne konuk oldum. Doğrusu iş güç zamanı bu yaptığımızın pek de akıl kârı olmadığını biliyordum. Şahane bir kitapçı, özlediğim türden. İçinde uzun zaman geçirmek için her şey var. Bir bölümüne de söyleşi alanı yapmışlar. Aydınlık bir gün, sıcak hava… Kitaplar arasında bir çay içtik, sonra pek de büyük beklentim olmadan geçtim söyleşiye. Her dakika artan dostlar doldurdu sandalyeleri. Duygulandım. Çok…

Roman sürecinden söz ettik önce. Hep söylediğim gibi “Kimse bir kitabı seçemez, kitaplar okur seçer” dedim. Kitabın parayla alınır satılır bir nesne olmadığından söz açtım. Eve gelirse rızası olmadan, susar kitap, sırlarını açmaz. Gazeteci kitaplarının zamana direnme olasılığı olmadığından söz açtım sonra. Şiirin, denemenin, romanın ne demek olduğunu anlamaya çalıştık birlikte. Zaman zaman dinleyenler içinden sığ sorular geldiği de oldu elbet. Birlikte edebiyat yolculuğuna koyulmuşken, ucuz siyasal sorular gelince canım sıkılıyor. Bir de oturduğu yerden, başkasının hakkına saygı göstermeden, yüksek sesle konuşup birlikte duyumsamayı engelleyenler var. Aradığını bulamadıysan git… Yok, illa iz bırakacak…
onurunu-savunanlarin-arasindan-gectim-geldim-270578-1.
İmza sırasında yanıma bir genç kadın geldi. Gözlerinde yaşlar birikmiş. Önüme bir fotoğraf koydu, bir yıl önceki bir gösteriden.

Üç kişiyiz, artık bir eksilmişiz. Annesinin ölümünden söz etti ve bana olan sevgisinden… Son romanı annesinin anısına imzalattı, akşam da gösteriye geldi.

Öyle anlarda bir başka sevinci yaşıyorum. Tanımadığım insanların yaşamına ilişmiş bir dize oluyorum, ne güzel…

3

Az ama özenli bir seyirci topluluğuyla buluştum akşam. Çıkınca bir yoldaşımızı da yanımıza alarak meyhane aradık. Işığı geceye sızan, içerisi kalabalık bir meyhaneye sığındık. Kalabalık, geniş masa çevresinde toplanmış insanlar, ellerinde bağlama türkü söylüyordu. Selamlaştık, kenarda bir masaya yerleştik. Yorgunluğun ardından içilen iki yudum rakının tadı bir başka… Masa çevresinde türkülerle kederlenen, sevinen insanların yüzlerine baktım… Koro olmak zor, birlikte düşünmek, yaratmak, ses olmak… Arada çıkan bozuk sesleri, ayarsız tonlamaları duymamaya çalıştık, kaldırdık kadehleri…

Meyhanede mahremiyet, mülkiyet olmaz. Ya da şöyle demeli; herkesin ortak sırları ortaya saçılır ve kimse birbirine yargıç olmaz, görmezden gelir. Çok genç yaşta Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki meyhanelerde böyle gördük biz. Taşkınlığın da sınırı vardır elbet. Ancak meyhane ahalisi ölçüyü bilir. Bazen sözler ortaya dökülür saçılır, kimi zaman birinin sancısı diğerlerinden fazladır. Anlamak gerekir… O hay huy içinde, birlikte bir zamanı yudumlar insanlar. Adı konmamış, herkes tarafından konulmuş kuralları vardır içkiciler arasında…

Yan masadan bir adam, izinsiz biçimde masamıza yanaşıp, sanki konser salonundaymışız gibi, sessiz olmamız gerektiğini söyledi bize. Oysa gürültülü şarkılarına, beceriksiz çalgılarına biz maruz kalmıştık. Haddini bildirmek gerekirdi sanırım…

Kalktım masadan, yalandan babacan tutum takınan meyhanecinin yanına gittim… Adaleti o sağlamalıydı. Yapamadı.

Yumruğum sıkılmış vaziyette, ayrıldım oradan.

Eskiden olsa…


4

Dönüp dolaşıp yine Ankara’ya geldik. Şahane bir gösteri oldu akşamına. Salon hınca hınç doldu. Çankaya Belediyesi bizi ağırladı. “Hayır” demenin bin bir yolu var. Biz hep birlikte gülerek, haykırarak olanını seçtik. Dakikalarca süren alkışın sesini yanımıza alıp, Yüksel Caddesi’ne gittik. Nuriye Gülmen ve arkadaşlarının direnişine destek olmak, güç vermek için. Zorbalara iradesi ve bedeniyle karşı koyan insanların varlığı görkemli biçimde karşımda duruyordu. Sanki uzun zaman birbirini beklemiş dostlar gibi karşılaştık…
onurunu-savunanlarin-arasindan-gectim-geldim-270579-1.
16 Nisan halkoylamasına giderken zalimliğe göz yuman, korkudan ses vermeyen insanlar arasında yaşamak ortak utancımız. Yüksel Caddesi, Ankara’nın göbeği! Gün içinde faşist birkaç saldırı olmuş, püskürtmüş direnişçiler. Az ileride Meclis var. Ama sağırlaşmış, kendi derdine düşmüş vekillerden oluşuyor. Saray muhafızlığına soyunmuş insanlar, ekmeğini yitiren emekçileri işitmez elbet. Direnişin en zor, en yıkıcı olanıdır açlık grevi! Dostların yüzlerine uzunca baktım… Günler akarken, bir milim geri gitmeyeceklerini gördüm. Onuru için erimeyi göz almış insanlar…

Çevreyi süzdüm o an. Yanımızdan akıp giden hayatı durdurmak ve körleşmiş gözleri açmak istedim. Hemen burnunun dibindeki adaletsizliği kanıksamış insanların, herhangi bir hak istemesi mümkün mü? Dönerci, köfteci, kokoreççi kokuları arasında haysiyet kavgası veren insanlar… Gece İstanbul’a doğru karanlığı delen araç farlarından tünelin sonunu görmeye çalıştım, aydınlığı…


5

Şuşu elinde küçük bir köpeğin fotoğrafını tutmuş gülümsüyor. Anlaşılan yakında evsiz kalacak yavrucak. Bir hayvanı satın alıp, heyecanı bitince sokaklara atanlar ülkesiyiz biz. Geçen Bodrum turnesinde bu rezilliğe yakından tanık oldum. Bir türlü eve köpek almaya cesaret edemeyişim, böyle bir ülkede, yarınsız insanlar olarak sorumluluk almaktan kaçınmamdı demek…

İstanbul’a döner dönmez, kendimi Dobi’nin yanında buldum. O henüz Dobi olduğunu bilmiyordu. Nisan henüz eve gelmeden vermişti adını bu küçük kıza. Gözlerinden birini açmakta güçlük çekiyor, oyunculuğuyla hepimizi güldürüyordu öte yandan. Artık aramıza katıldı Dobi, aileden biri oldu.

Daha üç gündür bizimle Dobi, eve gelmek için can atıyorum, sanki hep bizimleydi.

6

“Merzifon Kitap Fuarı”na katılmak için yola koyulduk Orhan Gökdemir’le. Fatsa deneyimi yaşamış Karadeniz’in hızla gericileşmesi şaşırtıcı ve üzücü. Merzifon çölde vaha gibi… Erken saatlerde, fuar tenhayken girdik içeri. Birazdan çocukların sesleriyle dolacak etraf. Hafta içi fuarlara okulların gelmesi değerli bir çaba… Lâkin bir çocuğun hangi yaşta, hangi kitapla tanıştığı ayrıca çok önemli… Yurdun dört yanında kültür yaşamına dair berbat haberler geliyor. Fuarları ağırlıklı belediyeler yaptığı için, ne kadar yobaz varsa çocuklara yazar diye sunuluyor.

Okurlarla söyleşirken iki genç kız, bir de öğretmen geldi yanıma. Çocukların davranışları biraz aşırıydı, hemen öğretmen ses verdi: “Özel eğitim öğrencileri bu arkadaşlarımız” diye. Zeliha’yla sohbetimiz böyle başladı. “Hayatımda hiç yazar eli görmedim” dedi. Elimi aldı avuçlarının arasına. Okurlar benimle söyleşip, fotoğraf çektirince: “Sen ünlü müsün?” diye sordu. Ona kitap hediye ettim. Düş kurmaktan hoşlandığını söyledi. En büyük düşü oyuncu olmakmış. “Ama beni yapmazlar” dedi. Bir de kendini güzel bulmuyormuş.

Hem çok güzel bir genç kız olduğunu hem de başarılı bir oyuncu olmak için hiçbir engeli olmadığını söyledim Zeliha’ya. Yanıma geldi oturdu, sarıldı. Ürkekmiş daha düne kadar. Öğretmen Selma anlattı hikâyesini. Büyük bir dram dinledim. Zeliha’yı sevdim ve ondan söz edeceğime dair söz verdim. Ama esas hayranlığım öğretmen Selma’ya oldu.

İnsanlar çocuklarından utanıp, gizlerken, Selma onurla yanında taşıyor ve yaşamla buluşturuyordu Zeliha ve Gizem’i!


7

Güzel yorgunluklar bunlar. İnsan sıcağını hissediyorum her yanda. Ama insanın evi, yatağı gibisi yok. İki yeni kitabım var. Bir türlü okuma olanağı bulamadım. Dobi eve kimliğini kazımış. Kitaplarım üst kata taşınmış. Önümde sehpa, üzerinde dağ gibi kitaplar… Onca eksiltmeme karşın bir türlü erimiyor… Bazen kitapların içinden sıyrılıp, yaşamaya zaman ayırmak istiyorum.
“Gece Bekçisinin Rüyası” hakkında iki güzel yazı çıktı. Cansu Fırıncı ve Reyhan Karaaslan yazdı. Sanırım bir iki yazı daha yolda. Oyuncu bir dostumla uzunca söyleştik. Kitabı çok sevmiş. Heyecanla anlattı duygularını, kim bilir, belki de yeni bir yola koyulacağız. Okurlardan, yakın çevreden çok güzel eleştiriler geldi. Bir yandan, elde olmadan, yeni bir roman taslağı üzerine çalıştığımı fark ettim. Henüz erken elbet! Ama düşünmeye başladım.

Bir yandan dinlenmek istiyorum, öte yandan durmadan çalışmak.