Rejim değişikliğini anayasal statüye kavuşturma girişimi olarak referandum, İslamcılık açısından aynı zamanda Türkiye’nin son 150 yılıyla bir hesaplaşma, bir rövanş anlamına geliyor. Hesaplaşmadan söz edenlere göre, başkanlığa geçişle birlikte, ülkenin “suyun öte yanından gelenler” tarafından yönetilmesi artık bir son bulacak ve iktidar “yerli ve milli” Anadolu çocuklarına geçecek.

“Suyun öte yanı” ile ne kastedildiğini biliyoruz. Türkiye İslamcılığının ve muhafazakârlığının tarih okumasına göre Meriç Irmağı’nın öte tarafından, yani Balkanlar’dan gelenler, 1908 devriminden, yani 2. Meşrutiyet’ten beri devleti ellerinde bulunduruyorlar. Abdülhamit’e yaklaşık otuz yıl boyunca askıda tuttuğu anayasayı yeniden yürürlüğe koyduran da, Meclis’i yeniden açtıran da, sonrasında Cumhuriyet’i ilan edip saltanat ve hilafeti ortadan kaldıranlar da onlar, yani İttihatçılar ve Kemalistler.

İşte başkanlık, bu bakış açısına göre adeta “İslamcı inkılap”ın son, Osmanlı’nın yeniden kuruluşunun ilk aşamasına tekabül ediyor. Bütün o yayılmacı siyaset, bütün o emperyal fantezi dışarıda yanlışlanmış ve iflas etmiş olsa da, içeride hamaset edebiyatının hâlâ alıcı bir kitlesi var ve “Osmanlı torunları” sandığa bu motivasyonla gidiyorlar.

Saraydakilerin reaya, yani “sürü” olarak adlandırdıklarının torunları kendilerini “Osmanlı torunu” sanmaya devam ededursun, referandum sürecinde gerçek “Osmanlı torunları”nın da sahneye çıktığını ve yüz elli yıllık hesaplaşmaya dâhil olduğunu görüyoruz. Çünkü hanedan mensupları da gayet iyi biliyorlar ki, “evet” demek saltanatın tasfiyesi ve Cumhuriyet’in ilanıyla taçlanan Türkiye modernleşme sürecinin geriye döndürülmesi ve Türkiye ilericiliğinden intikam alınması anlamına geliyor.

Elbette ki onlar da “21. yüzyıl padişahı”nın Osmanoğulları’ndan çıkmayacağını biliyorlar ama “evet” cephesinde konumlanmak hem alınacak intikam hem de ranta kıyısından köşesinden dâhil olup çeşme akıyorken testiyi doldurabilmek açısından önemli. Kendini hâlâ sultan, prenses vs. zanneden torunlardan birinin aynı anda hem “Parlamenter sistem canımıza yetti” hem de “Şurası benim dedemin tapulu malı, geri verin” diye ortalıkta dolanması şaşırtıcı değil bu nedenle.

Aynı torunun bir de “Cuma namazı saatlerinde girilemeyen” internet sitesi var ki, “zamanın ruhu”nu bundan daha iyi sembolize eden başka bir şey daha olamaz herhalde. Bu site bir alışveriş sitesi ve sultan bu sitede “Hanedan Kokusu”, “Hamidiye Kokusu”, “Fatih Sultan Mehmet Han Kokusu” adlı kutusunun üzerinde padişahların resmi olan parfümler satıyor. Sitede çocuklar için “Çanakkale asker kostümü”, “Ertuğrul çocuk takımı”, kadınlar için ise “tuğralı şal”, “kaftan”, “Selçuklu çanta” satılıyor. Sadece bunlar mı? Hayır tabi ki! “Fatih Sultan Mehmet kılıcı”, “devlet armalı çay bardağı”, “Osmanlı Sancağı”, Kelime-i Tevhid Sancağı” da satılan ürünler arasında.

Velhasıl, her şeyin bir fiyatının olduğu ve alınıp satılabildiği bir çağda, gerçek Osmanlı torunu, kendini Osmanlı torunları sananlara Osmanlı adlı fanteziyi satışa çıkarmış durumda. Nasıl ki Türk sağı on yıllardır siyaseten Osmanlı’nın ekmeğini yemişse, hanedan mensupları da Osmanlı’yı paraya tahvil etmekte bir sakınca bulmamışlar. İkisinin de iyi yere dükkân açtığını ve sat sat bitiremeyeceklerini biliyoruz. Ne diyelim, hayırlı işler.
Peki nasıl oluyor da 150 yıl sonra bu dükkan dolup taşmaya, bu fantezi evreni işlemeye devam ediyor? Bu sorunun elbette ki bir köşe yazısının sınırlarını fersah fersah aşan bir yanı var ama yine de bir şeyler söylemek mümkün. Güncel bir hadiseden örnek verelim hemen. Geçen günlerde Akar ve Fidan bir ziyaret gerçekleştirdiler. Gittikleri kişi Nuri Pakdil adlı bir edebiyatçıydı ve Pakdil kendisini “İslamcı” olarak nitelendiren, Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’e bakışının ne olduğunu da herkesin bildiği bir isimdi. İşte kendine “laikliğin bekçisi” diyen kurumun başındaki kişiyle, ambleminde Atatürk bulunan kurumun başındaki kişi, böyle bir ziyaret gerçekleştiriyor ve böyle bir isme gençlik yıllarından beri kendisine duydukları hayranlığı uzun uzun anlatıyorlardı.

Ziyaret de, içeriği de, bugün içinde bulunduğumuz durumu gayet iyi açıklıyordu: Sol düşmanlığı ve korkusuyla dinselleşmeye açılan kapılar, Cumhuriyet ve değerlerine bağlı kuşakların değil, Pakdil, Necip Fazıl, Karakoç gibi isimlere hayran olan ve tarihi, Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i onlardan okuyup öğrenen kuşakların yetişmesiyle neticelenmişti ve devlet de artık o kuşakların elindeydi.

İşte o kapılardan geldiğimiz yer, Osmanlı güzellemeleri eşliğinde “21. yüzyılın padişahı”nı seçmek için önümüze bir sandığın konulması oldu. “Bu bir rejim değişikliği değildir” denilerek istenildiği kadar inkâr edilsin, Nisan’da yapılacak referandumun Cumhuriyet’le ve Türkiye modernleşme süreciyle hesaplaşma adına bir milat olduğunu onlar da biz de gayet iyi biliyoruz bu nedenle.