Bugün 23 Nisan, bugün TBMM’nin açılışının 97. yıldönümü. 97 yılın sonunda gelinen noktada ise şunu söylemek mümkün: Meclis artık bir binadan, adı olup kendi olmayan bir kurumdan ibaret ve olan biteni dramatize etmek için söylenmiş bir şey değil bu, hakikatin ta kendisi.

Hatırlayalım, bundan yaklaşık iki yıl önce, bizzat en yetkili ağız tarafından parlamenter rejimin bekleme odasına alındığı ilan edilmişti. Bu ise aslında ilk kez bir sivil hükümet tarafından anayasal rejimin ve dolayısıyla hem anayasanın hem de parlamentonun fiilen askıya alınmış olması anlamına geliyordu. Yani iktidar partisi kendi eliyle bir “ara rejim” ilan etmişti ve bu “ara rejim”den çıkış ise iktidar açısından ancak rejim değişikliğinin anayasal statüye kavuşturulması ile mümkün olabilecekti.

İşte 16 Nisan günü yapılan hileli seçimin neticesinde rejim resmi olarak bir anayasal statüye kavuşmuş oldu. Bu ise iktidarın yaptığı tüm spekülasyonlara ve reddetmesine rağmen, rejimin değişmesi anlamına geliyor, çünkü her şeyden önce egemenliğin yeri ve kaynağı değişmiş oldu bu seçimle. 1920’den beri, egemenliği elinde tutan güç Meclis’ti, oysa artık bu güç Saray’a geçmiş durumda. 1920’den beri Türkiye parlamento ve hükümetler tarafından yönetiliyordu, oysa artık Saray’dan ve bir tür sekreterlik vazifesi görecek olan dışarıdan atanan bakanlar aracılığıyla yönetilecek. 1920’den beri egemenliğin kaynağı seküler bir kolektif kimlik olan “ulus”tu, oysa artık egemenliğin kaynağı dinsel bir kolektif kimlik olan “millet”.

Artık kurulacak hükümet Meclis’ten güvenoyu almayacak, gensoru mekanizması kullanılamayacak, bakanlar Meclis’e karşı sorumlu olmayacaklar, Meclis’in bütçe yapma ve OHAL ilan etme gibi yetkileri elinden alınmış durumda, Saray istediği zaman Meclis’i feshedebileceği gibi kanun niteliğinde kararnamelerle ve herhangi bir kamusal/parlamenter tartışmaya ihtiyaç duymaksızın ülkeyi yönetebilecek. Dolayısıyla artık bir parlamento ve bir parlamenter sistem yok, Meclis fiilen çoktan bir dekora dönüşmüştü zaten ve şimdi artık hukuken de işlevsizleşmiş, sistem açısından önemini ve anlamını yitirmiş oldu.

Bu ise bildiğimiz anlamdaki Cumhuriyet’in ve 1923 paradigmasının kurumsal olarak sonu anlamına geliyor, rejim değişikliği artık anayasal bir statüye kavuşmuş durumda. Bir tür romantizmle ya da nostaljiyle bu hakikati reddetmenin bir manası yok. Artık korunabilecek bir Cumhuriyet’in olmadığını, yeniden kurulması, daha iyisinin kurulması gereken bir Cumhuriyet olduğunu görmek gerekiyor; çünkü bunu görmek demek, izlenecek siyasal stratejiyi de buna göre belirlemek anlamına gelecek.

Parlamenter sistemin ve parlamentonun sonunun yanına eklenmesi gereken başka bir son ise “seçimlerin sonu” açık bir şekilde. Artık, Türkiye’de bildiğimiz anlamıyla bir seçim mekanizması yok ve bu “yeni” bir olguya işaret ediyor. Çünkü Türkiye’de CHP’nin 1950’de iktidarı kansız bir şekilde DP’ye devretmesinin ardından, seçimler genel olarak “sağlıklı” bir şekilde yapıldı, seçim sonuçlarını tanımayan, iktidarı devretmeyi reddeden hiçbir hükümet olmadı, hiçbir hükümet hileli bir seçimle iktidarı gasp etmedi.

Bunun ise şöyle bir önemi vardı: Türkiye’yi Irak’tan, İran’dan, Suriye’den, Mısır’dan, Libya’dan ve bütün Ortadoğu’dan ayıran şey tam da seçimlerin düzenli olarak yapılabilmesi ve iktidarın kansız bir şekilde devredilebilmesiydi. Oysa rejimin seyrine baktığımız zaman Ankara oylarının gaspından 7 Haziran seçim sonuçlarının fiilen tanınmamasına ve son olarak da 16 Nisan’da açık kanun maddesinin çiğnenerek mühürsüz zarf ve pusulalar üzerinden yapılan seçim hilesine, artık Türkiye’de bildiğimiz anlamda seçimlerin sonuna geldiğimizi söyleyebiliyoruz. Türkiye’nin Ortadoğululaşmasının, petrolsüz bir Suud-Katar devletine dönüşmesinin en temel göstergelerinden biri bu. İktidar artık seçim sonuçlarını sadece kendisi kazandığında tanıyacağını ve seçimleri her şartta kendisinin kazanacağını deklare etmiş durumda.

Çarşamba günkü yazıda 16 Nisan’la beraber “Anayasasız bir anayasal düzen”e geçtiğimizi söylemiştik. Şimdi şunları da ekleyebiliyoruz: Artık Türkiye’de bir parlamenter rejim, parlamento ve bildiğimiz anlamda seçimler de yok. Anayasanın, parlamentonun ve seçimlerin olmadığı bir rejimde ise hem düzen siyasetinin alanının iyiden iyiye daralacağını ve bir süre sonra tamamen anlamını yitireceğini hem de legal siyasetin giderek imkânsızlaşacağını söyleyebiliyoruz.

Demek ki elimizde güncel iki soru var: Birincisi, düzen siyasetinin giderek kapsayamaz ve temsil edemez hale geleceği kitleleri sol nasıl kapsayacak, onlara nasıl düzen dışı bir alternatif sunacak ve ikincisi rejim hızla Ortadoğulu bir karaktere bürünür ve legal siyaset giderek imkânsızlaşırken sol nasıl bir örgütlenme ve toplumsallaşma stratejisi izleyecek? Bu iki soru üzerine hep beraber hızlıca düşünmemiz ve yanıtlar geliştirmemiz gerekiyor.