Hakikat-ötesi meselesine devam. Devam; çünkü, günümüzü her zamankinden daha tehlikeli yapan bir şey geliştirilmiş silahlar ve bunları edinmek kolaylığı ise, -nükleer bomba henüz kullanılmıyor ama yüzlerce insanı öldüren, şehirleri yakıp yıkan silahları kullanmaya bir engel yok!- bir diğeri de toplumsal bilinçle oynayan gerçek-ötesi, ya da daha çok kullanılan haliyle gerçeğin-bükülmesi anlamına gelen haber ve bilgi yayımı olmalı diye düşünüyorum.

Kamuoyunu belirli bir hedefe yöneltmek, ya da daha önce değindiğim tokat-gibi gerçekleri (benim adlandırmamla slap-truth) örtmek için kullanılan yazılar, haberler vs. “gerçeğin-bükülmesi” olarak adlandırdığım sınıfta...

İçinde gerçek var ama bu gerçekler, bir amaca hizmet etmek için türlü kılıklara sokulmakta. Böylece yazılanların daha inanılır olması isteniyor!

Kamufle edilerek daha etkili hale getirilen silahlar gibi...

Silah diyerek abarttığımı düşünmeyin; çünkü kandırma-yöneltme-karartma-üstünü örtme amacıyla gerçeği-büken anlatımların her biri toplumsal bilinçle oynayarak sahte-dünyanın kurulmasına hizmet etmekte.

Medyanın bu silahı kullanma alışkanlığı edinmesi ise, yalnız bağımsız medya gibi demokrasi için vazgeçilmez bir aracın elden gitmesi değil, daha tehlikeli bir kullanımla, demokrasileri katledecek bir yanılgı ve manipülasyona maruz bırakılmamız anlamına gelmekte.

O nedenle, bu ülkede bu konuyu, post-truth diyerek ya da Trump seçimlerinden örnekler vererek geçiştiremeyiz. Aksine, gerçeğin-bükülmesi anlamına gelen yazıları, söyleşileri, programları, vs.. çokça yaşayan bir ülke olarak, bunun sonucunda demokrasiden olmak gibi bir bedelin bizi beklediğini bilmek durumundayız!

Kuşkusuz, bu yoz kullanımın içinde bulunduğumuz zamanla da ilgisi büyük. Dört bir koldan üzerimize haber, bilgi yağarken, hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu bilmek giderek zorlaştığından yanılma-aldanma katsayımız da yükselmekte! Üzerimize yağan haber ve bilgileri, belirli bir ideoloji ekseninde doğrulama-yanlışlama olanağımız da kısıtlı; çünkü, post-modern toplumda ideolojiler öldü; geriye de yalnızca kimliklerle inançlar kaldı!

Bu puslu havanın “güç bilir” çakalların işine yaradığına da kuşku yok!

Gerçeğin-büküldüğü yazılardan örnek çok. Basından birkaç örnekle yetineceğim.

Örneğin Mehmet Barlas dünkü yazısında, Yeni Türkiye ile eskisi arasındaki farkı açıklamak ve ne kadar geliştiğimizi göstermek için 1950’den buyana artan motorlu araç sayısından, otoyollar, yeraltı ve denizaltı geçitlerden örnekler veriyor. Bunları anlamayanların yapacakları siyasetten hayır gelmeyeceğini de söylüyor ki, maazallah!

Evet, motorlu araç, otomobil hep arttı; sayılar da, Türkiye’nin değiştiği de gerçek! Ama ne pahasına!... Petrole bağımlılık; bu nedenle dışarıya ödenen milyarlarca döviz; egzoz gazlarının yarattığı kirlilik, vs.... Bunlar yok! Ya da, raylı sistem ile toplu taşımaya önem verilseydi ülkenin kazancı ne olurdu; trafik sıkışıklığı ile kilitlenen kentler nasıl rahat nefes alırdı; bunlar da yok!

Örneğin Engin Ardıç, “Siz kim oluyorsunuz da, Atatürk’ün kurduğu sisteme karşı geliyorsunuz?” diye başlayan yazısında cumhurbaşkanının partisinin milletvekillerini ya da Anayasa Mahkemesinin üyelerinin yarısını belirlemesini sakıncalı bulanlara yanıt veriyor. Diyor ki, “Atatürk olsa, bununla da kalmaz, büyükelçileri, valileri de belirlerdi. Ne yani, Atatürk’e diktatör mi demek istiyorsunuz yoksa?”

Neresinden almalı? Atatürk dönemini diktatörlük olarak nitelendiren en başta kendisiyken, şimdi “başkancı” sistemin dayanağını Atatürk’ten almaya çalışması mı; yoksa 1920’lerde, bir ulus devlet kurulurken, toplumun sosyo-ekonomik koşulları vs . dikkate alınarak ve geçici bir dönem olarak değerlendirildiğinde “mümkün ya da kaçınılmaz” olarak değerlendirilen bir dönemin bugün de mümkün ve uygun görülmesi mi!...

Egosu şiştikçe mi gerçek-bükücülüğü artmakta, yoksa gerçek-bükücülüğü konusunda mahareti arttıkça mı egosu büyümekte? Onu bilemiyorum.

Markan Esayan da, son dönemin başarılı gerçek-bükücülerden... Son yazısında “özne” haline gelmiş Türkiye’den söz ediyor! Diyor ki, “son 15 yıldır, 150 yıldır nesneleşme hali telafi edilmeye çalışılıyor.” Devamında da, “Batılıların Erdoğan ‘otoriter’ olarak yaftalamalarının nedeni otoriter olması değil, nesne olmayı reddetmesinden kaynaklanıyor halbuki” derken, Türkiye’nin özneleşme haline savaş açan yabancı ve yerli ittifaka dikkat çekmekte! 15 Temmuz’da sokağa çıkanlar ile bugün dolar bozduranlar ise, halkın özneleşmesi konusundaki örnekleri...

Öznelik, nesnelik, Atatürk’ün bağımsızlıkçı bir lider olması gibi değinmelere girmeyeceğim; hepsi tartışma gerektirir. Ancak özneleşme dediğinin, “AB değil de Şangay İşbirliği Örgütü’ne doğru gidiş mi; parlamenter düzen yerine başkanlık sistemine geçiş mi; ya da, yazarların, gazetecilerin tutuklu olduğu bir ülke haline geliş mi” olduğunu sormadan geçemeyeceğim! Bir de, özneleşme olarak yere göğe sığdırılamayan “dolar bozdurma” kampanyasının, 1960 sonrasında “alyansların verilmesi” kampanyasından ne farkı olduğunu merak ediyorum!

Özetle, gerçek-bükücülerin maharetleri saymakla bitmez; nedenleri de ortada! Ancak gerçeklerle böyle oynamanın, bu ülke ve bu toplumda sahicilik duygusunu ortadan kaldırması var ki beni asıl ilgilendiren burası.

Ve korkarım ki, onların bu maharetleriyle birlikte, masallardaki gibi, “kırk satır mı kırk katır mı” diye sorulacak durumlara gidiyoruz!