Genç Cumhuriyet’in onuncu yılı şerefine yazılan Onuncu Yıl Marşı’nda, “on yılda on beş milyon genç” yaratmakla haklı olarak övünülüyordu; üstelik mesele basitçe nüfus artışı değildi; Cumhuriyet, Tevfik Fikret’in dizelerindeki gibi “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmeyi hedefliyordu.

Peki ne oldu da, 1923’ün üzerinden geçen 93 yılın sonunda bu noktaya geldik? “Bu nokta” ile kastettiğim şu: Nasıl oldu da, 93 yıl sonra, Osmanlı’nın bir dünya cenneti olduğuna, Abdülhamid’in otuz üç yıl boyunca hiç toprak kaybetmediğine, Masonların hizmetindeki İttihatçıların koca İmparatorluğu üç beş yılda çökerttiğine, Mustafa Kemal’i vatanı kurtarması için Anadolu’ya Vahdeddin’in yolladığına ve Cumhuriyet’i İngilizlerin kurdurduğuna inanan, “kininin ve dininin sahibi” nesiller yetiştirdik, ülkenin en az yarısı nasıl böyle düşünür hale geldi?

Öyle ya, madem iddia edildiği üzere 80 yıllık bir “Kemalist zulüm” dönemi yaşadık, madem iddia edildiği üzere 80 yıl boyunca “resmi ideoloji” ilkokuldan üniversiteye kadar çocukların, gençlerin kafasına çivi gibi çakıldı, bu kadar Cumhuriyet düşmanı, bu kadar Mustafa Kemal düşmanı, bu kadar aydınlanma, bilim ve laiklik düşmanı nereden çıktı? Dahası, “laikliğin bekçisi kurum” başta olmak üzere, İslamcı kadrolar devlet aygıtını nasıl ele geçirdi, bu kadar tarikat, bu kadar cemaat nerede palazlandı, bu kadar şeyh, mürit, meczup nerede yetişti?

Bu soruların çok basit bir yanıtı var aslında: Türkiye’de “80 yıllık bir Kemalist zulüm dönemi” yaşanmadı, ülke ilk yirmi-yirmi beş yılı dışarıda tutarsak, Cumhuriyet’in ideallerine inanan kadrolar tarafından yönetilmedi, “Kemalizm” kâğıt üzerinde kaldı ve birtakım törensel faaliyetlere indirgendi. 1946’dan itibaren, sol düşmanlığından kaynaklı emperyalizme entegrasyon süreciyle gericiliğin palazlanması el ele gitti, IMF üyeliğiyle imam-hatipler, NATO üyeliğiyle Kuran kursları iç içe geçti. Menderes’ler, Demirel’ler, Evren’ler, Özal’lar, Erbakan’lar, Çiller’ler, Yılmaz’lar, TÜSİAD’ıyla, askeriyle, bürokratıyla el ele toplumu çürüterek, Cumhuriyet’in içini boşaltarak, İslamizasyona kapıları sonuna kadar açarak ülkeyi 2000’lerin başına kadar getirdi ve bugünkü iktidara teslim etti.

Yukarıda sözünü ettiğim nesiller de bu siyasal iklimde, sağcılığın radyoaktif bir madde gibi bütün bir toplumu zehirleyip paralize ettiği ve bütün akli melekelerini ortadan kaldırdığı bir ortamda yetişti. “Yoksulluğun idaresi” için, sosyal patlamaların engellenebilmesi için, toplumun kontrol altında tutulabilmesi için, “süreklileşmiş cehalet”e ihtiyaç vardı. Maddi olarak yoksulluğa mahkûm edilmiş kitlelerin yoksulluklarının esas nedenini fark etmemeleri, öfkelerini sömürü düzenine, sömürü çarkına yöneltmemeleri için aklen de yoksulluğa mahkûm edilmeleri, cahil bırakılmaları gerekiyordu.

Düzen, İslamizasyon ve milliyetçilikle tam da bunu yaptı. Hayatı boyunca, sokağından, mahallesinden çıkamayan, yıllık izninde -ki o da varsa- bir haftalığına memleketine gitmekten başka seçeneği bulunmayan, kırk yıldır yaşadığı İstanbul’da fakirlikten Boğaz’da oturup bir çay içememiş insanlar, Musul’un, Kerkük’ün, Şam’ın derdine düştüler, fetih hülyalarına kapıldılar. Ezilmişliklerini, dışlanmışlıklarını, hor görülmelerini, liderle, yani güçle özdeşleşme aracılığıyla telafi etmeye çalıştılar. Cehaletin idaresi, hamasetle tesis edildi, cehaletin yönetimi “vatan millet Sakarya” edebiyatıyla kuruldu.

Tüm bunların neticesinde varılan yer ise burası oldu. “Okumuş insan”a duyulan hınç, bilime, akla, aydınlanmaya düşmanlık, akıldan kaçış, hurafelere, fala, büyüye teslimiyet ve cehalete övgü… Yeni Türkiye’nin ideal insan tipi tam da budur, yeni Türkiye cahilleştirilmiş kitleler demektir, çünkü yeni Türkiye aklın yıkımı üzerinde yükselmektedir.

Abartıyorsun diyenler, “proje okullar” uygulamasına bakabilir. Memleketin en zeki, en başarılı gençlerinin, memleketin en çalışkan ve en başarılı öğretmenleriyle bir araya geldiği liseler, bugün planlı programlı bir şekilde tasfiye edilmektedir. Buna direnen öğrenciler “ikna odaları”na alınarak psikolojik işkenceye maruz bırakılmakta, okulların önünde TOMA’lar, makineli tüfekli polisler beklemektedir. Cehaletin saltanatında bu okullara yer yoktur, çünkü cehaletin saltanatı sadece sürüleştirilmiş kitlelere ve sadece imama, polise, ara elemana ihtiyaç duymaktadır. Cehaletin saltanatı, aklı, bilimi ve özgür düşünceyi düşman olarak görmekte, akılla, bilimle ve özgür düşünceyle mücadele etmektedir.

Peki umut mu? Hep vardır, hep olacaktır. Umut, şairin “Dayan kitap ile/Dayan iş ile./Tırnak ile, diş ile/ Umut ile, sevda ile, düş ile/Dayan rüsva etme beni” dediği, o gencecik, pırıl pırıl, aydınlık yüzlü çocuklardadır. Cehaletin saltanatı, eninde sonunda yıkılacaktır.