İktidarın memleketin başına açtığı işler, çoğu zaman onun bir sermaye partisi, bir sınıf iktidarı olduğu unutularak, hatta unutturularak değerlendiriliyor. Oysa unutmamak gerekiyor, AKP açıkça bir sermaye partisidir, iktidara gelişinin arkasında Türkiye’nin sermaye düzeninin ve sermaye sınıfının 2000’lerin başında yaşadığı krizi çözme iddiası vardır.

İktidar partisi bir yandan geleneksel sermayeye (onla kavga ediyor gibi görünerek) hayalinde bile göremeyeceği büyük kârlar, kazançlar sağlamış, öte yandan kendisine bağlı yeni sermaye gruplarını palazlandırmıştır. IMF ile en çok anlaşma yapan da, anlaşma yapmadığı dönemlerde küresel sermayenin programını uygulamaya devam eden de bu iktidardır.
Tam da bu nedenle bu köşede, sayısız kere, bu iktidardan anti-emperyalizm çıkmayacağı, bu iktidarın Türkiye’yi emperyalizme daha bağımlı ve emperyalizmin operasyonlarına daha açık hale getirdiği; konjonktürel, geçici ve taktiksel birtakım hamlelerine bakarak “Batı’dan kopuş, Avrasya eksenine kayış” vb. analizler yapmanın temelsiz olduğu anlatılmıştır.

Dövizin alıp başını gittiği, cebimizdeki paranın enflasyonla her gün biraz daha eridiği, alım gücümüzün her gün biraz daha zayıfladığı, işsizliğin bir kader gibi görülmeye başlandığı, açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısının hızla arttığı zamanlardayız. Ekonomide deniz bitti. Tam on altı yıl boyunca, memleketi dışarıdan gelecek sıcak parayla ayakta tuttular, sıcak para bağımlılığından kurtarmadılar, üretim ekonomisi adına tek bir adım atmadılar, paraları betona, inşaata gömdüler ve şimdi artık o para gelmez olunca “Türkiye’ye operasyon yapılıyor, başaramayacaklar” diye ağlamaya başladılar.

Daha düne kadar “Faiz lobisine teslim olmayacağız” diyenler, “Merkez Bankası arkamdan iş çeviriyor, ben yurtdışındayken faiz artırıyor” diyenler, Merkez Bankası’nın faizleri üç puan birden artırmasına ses çıkarmamak zorunda kaldılar. Dahası, serbest piyasaya olan imanlarını bir kez daha açıkladılar, “Piyasalarla kavga etmeyeceğiz”i üstüne basa basa vurguladılar.

Faizi artırmasalar Türk Lirası tarihinin en büyük değer kaybına uğrayacaktı, faizleri artırmak demek ise artık daha fazla maliyetle borçlanmak, borç alırken daha fazla faiz ödemek demek; yani iki ucu da pis bir değnek. Bu noktaya gelişimizin sebebini ise işte yukarıda anlattık: Sanayileşme planı yok, kalkınma programı yok, üretime dayalı bir ekonomi modeli yok ve sonuç işte bu.

Dövize müdahale edildiği gün, ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısının sosyal medyadaki eski paylaşımları gündeme düştü. Bu paylaşımlarda kullanılan bir tabir vardı: “Fakir aile ziyareti.” Bakan, Ramazan rutininin bir parçası olarak “fakir aile”lere misafir oluyor, bunu da bürokrasinin, devletin diliyle, “fabrika açılışı”, “temel atma töreni” dercesine, hayvanat bahçesi ya da sirk ziyareti gibi bir heyecanla, safariye çıkan beyaz adam misali yabancılaşmış bir teknokrat diliyle ve gayet sıradan, olağan bir şeymiş gibi, üstelik ne dediğinin de farkında olmaksızın “fakir aile ziyareti” diye adlandırıyordu.

Cuma günü gazetemizde manşetten yayımlanan haberi okumuşsunuzdur. Dünya Bankası verilerine göre, Limak, Cengiz, Kalyon gibi firmalar devletten ihale alan şirketler sıralamasında, yaklaşık 150 milyar dolarla dünyada ilk sıralardalar ve bu da nasıl bir yağma ekonomisiyle karşı karşıya olduğumuzu açık bir şekilde gösteriyor.

Korkut Boratav, geçen günlerde çıkan “Kayırma Ekonomisi” adlı yazısında Esra Çeviker Gürakar’ın kitabından yola çıkarak Kamu İhale Kanunu’nun on altı yılda nasıl değiştiğini ve ihalelerin nasıl dağıtıldığını anlatmıştı. BirGün’ün haberi de bunu tamamlamış oldu. Kamunun kaynakları, yani asıl olarak bizlerin cebinden fahiş vergilerle toplanan paralar, bu firmalara oluk oluk akıtılıyor, onlar da bu paralarla ülkenin üzerine beton dökmeye, kasalarını doldurmaya, şiştikçe şişmeye devam ediyorlar ve bu esnada da birilerini besledikçe besliyorlar.

Velhasıl “zengin dostu” bir iktidar var karşımızda ve yapıp ettikleri ne varsa hepsi bunun bir çıktısı, bunun bir sonucu. Tam da bu nedenle, esas meselenin sınıfsal olduğunu, sınıf iktidarına karşı verilecek mücadelenin de sınıfsal olması gerektiğini bilmeli, “Sağ-sol bitti, şimdi bundan söz etmenin sırası değil” palavralarını elimizin tersiyle bir kenara itmeliyiz.

“24 Haziran sonrası kim gelirse gelsin topluma acı reçeteyi içirecek” sözü genel bir kabul haline gelmişse ve üstelik bu pek de sorgulanmasın isteniyorsa, “Nefes alma” ile ne kastedildiği üzerine bir kez daha düşünmeli, kemer sıkma politikalarının boğazımızı da sıkmaması için, geçici çözümlerin ötesine uzanan sol bir siyasetin sahneye çıkması, topluma ve siyasete güçlü bir müdahalede bulunması gerektiğini unutmamalıyız.