Yazarların geceleri ayrıca mercek altına alınmalı. Garip huyları var her birinin. Kimi sabaha dek yazmayı seçerken, kimi rüyalarını kaçırmamak için bir göz uyanık geçirir geceyi. Her satırını değerli sayan, aklına her geleni kayda geçirmek isteyen bol… Aksi de çok. Tembelliğinden, güzelim dizeleri unutan, sarsıcı bir öykünün girişini ıskalayıp başka yerlere savrulanlar da var. Gece tenhalık ve sakinlik vaat ettiği için değerli. Kendi başına kalmak, özgür düşünmek ve korkusuz yazabilmek için bir sığınak. Hele kendine ait bir oda, içinde gereksinim duyulan kitaplar, dilendiği vakit çalacak müzik varsa, ayrı bir dünya kurulmuş demektir. Hoş kendini bu halde tanrı sanmaya başlayan yazar da bol. Ancak söz dinlemeyen kahramanlar iyi romanların anahtarı.

Geçen gece, saatlerce yazmak ve okumak ardından, o bildik soru düştü aklıma. Sahiden uzun, soluklu metinlerin ömrü doldu mu? Dahası, artık okuma gereksinimi tümden kalktı mı? İnsan bir olguyu fark etmek için, ilkin varlığından haberdar olmalıdır. Eğer lezzetli bir öyküyle karşılaşmamışsanız buna gereksinim duymazsınız. Belki, güdüleriniz, sezgileriniz oyun oynamaya, öykü anlatmaya/dinlemeye çağrı yapar da, bunun nasıl olacağını tam kestiremezsiniz. Bildiğim, metnin uzunluğu veya kısalığı değil, esas olan onu duyumsama yetisinin olup olmadığı sorunudur esas olan. Zihni okuduklarından dolayı çöplüğe dönmüş ne çok kimse var…

sair-baba-nazim-hikmet-ve-geceleyin-esen-ruzgar-141828-1.

“Şair Baba ve Damdakiler”i okuyorum. Balaban’ın Nâzım’a ithaf ettiği soluklu bir roman… Zaman zaman öylesine canlı ki kişiler, neredeyse Nâzım ve Balaban iç içe geçmiş geliyor bana. Bursa mahpusluğunun en güzel tasviri bu kitap… Nâzım için yazmaya koyulduğum dönemde ardı ardına açılıyor kapılar. Çok iyi bildiğinizi sandığınız bir şair, size farklı zamanlarda umulmadık oyunlar oynar. Büyük sanatçılığı buradan gelir. Çözülmesi güç bir giz… Koca Nâzım’ın biricik eleştirmeni Piraye’dir mesela. Mektuplarında açıkça söyler bunu. Aşktan, hasretten mi büyütür gözünde karısını, yoksa âşık olmasının bir nedeni de bu ölçüyü koyacak incelikte olması mıdır Piraye’nin? Nâzımla haşir neşir olan biri yanıtsız çok soru sorar kendine.

Balaban özyaşamöyküsünü, bir romancı becerisiyle yazmış, belgelere dayandırma kaygısı yok, tanıklıklarla örmüş kurguyu. Bazı zaman, söz gelimi Raşit Kemali (Orhan Kemal) ile Balaban aynı olayı farklı anlatıyor/anımsıyor. Bu okur için büyük olanak. Hem bir düş gibi iz sürüyoruz, hem kurmaca yapıyoruz ustalarla birlikte. Nâzım’ın gittiği her yeri çiçek bahçesine çevirdiği bilinir. Balaban bir köy çocuğu, bir kader mahkûmu olarak düşmüş dama. Mahpusluğun nasıl tekinsiz bir yer olduğunu tüm sahiciliğiyle anlatıyor bize. Beni heyecanlandıran bir köy çocuğunun adım adım değerli bir ressama dönüşmesi.

Büyük şairin Bursa’ya geleceği işitilince, mahpushanede bir kıvılcım çakar. Efsanedir Nâzım, okumuş bir büyük adam düşecektir yoksul, sıradan halk insanlarının arasına. Öylesine capcanlı bir betimlemeyle anlatır ki bize içerinin halini Balaban, hem Nâzım’ı bekleyenlerin resmini görürüz, hem de o ruh durumunu birlikte yükleniriz. Kumarcıların gizliden nasıl toplaştıklarını, meydancıların nasıl iş gördüklerini, haraca kesilenlerin hallerini, kabadayı reislerin nasıl pusuya düşürüldüğünü ve helanın kesif kokusunu hissederiz. Memleket meseleleri de, tıpkı dışarıda olduğu gibi kahve ağzıyla konuşulur. Kimi azgın Alman ordusunun kapıya dayanmasından sevinç duyar savaş zengini olacağı düşünü kurar; kimi namertlik sayar üç gün erken salıverilmek için vatandan vazgeçmeyi. Cehalet en koyu halinde salgındır mahpusta…

Esrarcıların aralarında geçen konuşmaları işitirken, suçun tedirginliğini hissetmedim desem olmaz; dahası, çocuk Balaban’ın tespih dizmeyi, ayna dökmenin sırlarını nasıl öğrendiğini de onunla yaşadım. Sanki Nâzım, Balaban’a “Memleketimden İnsan Manzaraları” dizelerinin gizini açmış, her bilgiyi bir sünger gibi içen Balaban o açlıkla yazıya koyulmuş. Mavi gözlü adamın gelişi, ona özel hazırlanan koşullara karşın herkesle iç içe olma hevesi, gereksinim duyan mahkûmlara el uzatması nakış gibi işlenmiş metinde. Raşit Kemali ile aynı koğuşu paylaşmaktalar Nâzım ve bir gün resme meraklı Balaban girer kapıdan…

Resme meraklıdır genç adam. İçinden gelen bir merak, katlanılması güç bir sancıdır bu. Mahpusta satılan kitaplardan birini almış, imamın uyarısına karşın okuma arzusunu yenememiş, ilk aydınlanma deneyini kendinde başarıyla tamamlamıştır Balaban. Ardından, ileride ‘Şair Baba’ diyeceği Nâzım’la karşılaşma gelir. Şair Baba’dan resmini yapmasını ister. Nâzım bu anlamlı, güzel köylü çocuğunun yüzünü hevesle çizer. Başlı başına büyülü sahneler burada başlıyor. Model Balaban, soluğunu almak ve geri bırakmak için bile gözünün içine bakar Şair Baba’nın… Kendi koğuşuna döndüğünde aynı yöntemleri uygulayarak başlar resim yapmaya, yontucu olmaya… Kalanı kitapta…

Diyeceğim; uzun metinlerin ömrünü tamamlaması haklı bir kaygı değil. Hangi sorunsalın, öykünün izini sürdüğünüz önemli, biçem önemli, dil önemli, velhasıl bir de merak önemli. Eğer düşünmeye gereksinim duymuyorsa bir kimse, şiirle sevdasını taçlandıracak duyarlılığı yoksa elden ne gelir! Okumak arzusu Balaban gibi bir yanıyla içten gelirse de, öte tarafı öğrenilir. Bu nasıl saptanır, gelişimi hangi yolla ve süreçte olur, ayrı konu. Metnin uzunluğu, kısalığı çağın ruhuyla değil, bireyin kimliğiyle ilgili. Boşa vakit harcayanları değil, boş vakti olanları anlamıyorum ben. Yaşamak dediğin, tembelliğin tadına varmak için bilgelik gerektirir.

Gece uzundur kimine, bazısına yetmez. Hele bir romanın içinde kaybolup, kahramanla yoldaş olmuşsan, artık kimselerle konuşmaya gereksinim duymaz haldeysen, zaman başka akar. Ne zaman uyanıktır insan, rüya dediğimiz sahiden dünyadan kopmak mı, tersine yeni bir dil, denklem kurmak mıdır? Bu sorular kimin işine yarar, diye sorar bir ses… Sorunun yanıtı olması gerekmez. Bazen sorunun kendisi başlı başına etkilidir.

sair-baba-nazim-hikmet-ve-geceleyin-esen-ruzgar-141829-1.

Nâzım’dan çok aldık. Şimdi borç ödeme zamanı. Hep onun dizelerinden, dünya görüşünden faydalandık. Yeniden bir Nâzım kurmak gerek. Ona armağan vermek. Alacaklı gittiği yere, buradan bir mektup yazmak gibi… Moskova günlerini bir Vera’dan okumak, bir de son âna dek yanında olan Ekber Babayev’den şart. Orada da farklı anımsamalar var. Olaylar arasındaki ilişkiyi bulmak, göz önüne sağlıklı bir Nâzım getirmek için tüm karşılaştırmalara ihtiyaç var. Biri çıkıp: “Niye?” diye sorarsa, kendimi bulmak budur, derim kolayca. Eğer bizim coğrafyamızda yolu Nâzım’a düşmemiş biri, kendini yaşadım sayıyorsa, bu onun ahmaklığını gösterir. Şairler öyle derine iz bırakır ki, esasen onun farkında olmasa bile kişi, yokluğunda eksikliğini solur.

Nâzım yeni bir şiirini okuduğunda, kuşku duyduğu dizeleri okurlar tarafından ilgi ve sevinçle karşılanır. Nâzım’ın suratı asılır. Babayev alkış alan şairin hüznüne şaşar. “Ben o dizeye pek güvenmiyordum ama kolayca öne çıkacağını tahmin ettim. Şiirde bu kusurdur” der. Ekler: “Kadın çorabı nasıl bacağın güzelliğini gösterip, kendini gizlemeliyse, şiir de böyledir. Bacak yerine çorabı görürsen, orada eksik vardır Babayev”

“Şair Baba” tümüyle kavranır mı?

Bu olanaklı değildir. Bildiğim, çoğu şair kendi dizeleri karşısında güçsüz, eksik kalır. Bunu tamamlamak için yola koyulan okur da hep yarım hisseder kendini. Bu hâl başlı başına keyiftir. Çorak yaşantılarda, güzel bir dizenin filizlenmesi karşısında şaşar kalır insan!

Bahar geceleri özgür esen, püfür püfür şakıyan rüzgâr başka nasıl açıklanır ki?