Adı konmamış bir savaş yaşıyoruz; Zeytin Dalı gibi şimdi de Barış Pınarı Operasyonumuz var...

Sınırı geçen askerler, tanklar, atılan obüsler, patlatılan bombalar ve de ölenler var ama savaş değil barış operasyonu yapılmakta.

Başka bir ülkeye giriliyor ama amaç işgal değil güvenliği sağlamak.

Operasyona savaş adını koymak kolay değil; karşı çıkmak ise hainlikle eş değer! “Savaş-ötesi” savaş da böyle olmalı herhalde…

Bu konuda sosyal medyadaki paylaşımlar bile suç; onlarca insanın ”kara propaganda” yaptıkları için tutuklandığı görülmekte.

Oysa savaşa karşı propaganda yapılmayacak da neye karşı yapılacak! Asıl erdemlilik, ölümün, yıkımın, acının göze alınması değil, bu acılara karşı durmak değil midir?

Erich Fromm, “İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri” adlı kitabında saldırganlığın türlerinin anlatır: Bireyin varlığı tehlikeye girdiğinde yaşamsal dürtüyle gerçekleşen saldırganlığa “savunucu veya yumuşak” saldırganlık adını verirken, hayvanlarda ve insanlarda oluşan bu saldırganlığın içgüdüsel, kalıtımsal bir tepki olarak nitelendirilebileceğini söylemekte. Hayvanlardan farklı olarak yalnız insanda ortaya çıkan “kıyıcı” saldırganlıktan söz ederken de, burada içgüdülerin değil kişilik ve tutkuların devreye girdiğine işaret ediyor.

Saldırganlık türleri arasında “araçsal saldırganlık “adını verdiği bir tür var ki, “gerekli ya da arzulanır” olanın elde edilmesine yönelik bu saldırganlığın en çok “savaşta” gerçeklik kazandığını söylemekte.

İşin acı yanı da, savaşın acılarını her toplum yaşamış ve biliyor olsa da, günümüzde siyasal ve askeri iktidarların “arzuları” doğrultusunda toplumların şu veya bu duygularının araçsallaştırılmasıyla savaşların önlenmek şöyle dursun giderek artması ve yoğunlaşması... Oysa bugünkü savaşlarda artık yalnız askerler değil siviller de ölmekte, şehirler harap olmakta, doğa yıkıma uğramakta, hasılı yaşam katledilmekte...

Herkesin bunu bildiğine kuşku yok; sorsanız savaşa da karşıdırlar.. Amma siyasilerin arzuları, milletin kaygı ve korkuları ortaya çıktıkça savaşa selam durmaktan kaçınılmaz!...

Oysa bu ülke için siyasilerin arzuları, Barış Pınarı Operasyonu’na gitmek yerine, Suriye’de 8 yılı aşkın savaşa son verilmesini önemsemek ve bunun gerçekleşmesi için mücadele etmek, Türkiye’ye göç eden Suriyeliler için güvenli bölge gibi yapay ve sürdürülmesi zor bir çözüm yerine Suriye’de sağlanacak barış içinde çözüm aramak yolunda olsaydı!...

Olsaydı ama öyle değil!... Bir yanda neo-osmancılık hevesleri, öte yanda ülkede gerileyen güven; bir yanda Suriyeli mültecilerin yarattığı gerilim, öte yanda Kürtlerle ilgili kaygılar derken, savaş dışında başka bir yol kalmıyor!

Barış güvercinlerini çok seven muhalefet partisi bile “içi yanıyormuş” ama operasyona “evet” demekte!

“Savaş-ötesi” savaşın bir hali de sınırdan yapılan haberlerde göze çarpmakta... Sınırdan haber verenler acıların değil zaferin peşindeler... Aralarında medyadaki “gözde” kadınlar da var; onlar da, “ailelerini geride bırakıp canlarını hiçe saymış” olmaktan ve de “barış pınarı harekâtının başarısını tüm dünyaya” duyurmaktan pek mağrurlar!

Ne yazık ki, günümüz dünyasında kadınlar için güçlenmenin yolu erkekten daha eril olmaktan geçmekte...

ABD başkanı Trump’ın da, post-truth kavramının cuk oturduğu bir siyasetçi olarak, savaşı “savaş-ötesine” çevirirken siyaseti de maskara haline getirmekte üstüne yok... Twitter üzerinden yaptığı siyasete bir de Erdoğan’a yazdığı mektup eklendi ki, hangi taraftan baksan trajikomik!

Sonuçta, operasyona devam mı edilecek, yoksa ateşkes mi olacak bilmiyoruz ama egemen güçler neye karar verirlerse versinler faturasının Suriye’ye ve Suriyelilere çıkacağı açık!

1 milyon ölü; 12 milyon göçmen; ülke yanmış, yıkılmış; savaş bugün dursa bile eski günlere dönmeleri bile kim bilir kaç kuşak alacak! İç savaşın nedeni olarak ortaya konan demokrasi ve özgürlükler ise daha da kayıp!

Gelinen noktada herkes için en iyi çözüm Esad’a razı olmak! Peki, bu savaş niyeydi?

Yanıt; siyasetin sefaleti!