Son on yıl boyunca Türkiye toplumunun amiyane tabirle bir nevi “seçim manyağı” yapıldığını ve bunun üzerinden teslim alındığını, yılgınlığa ve umutsuzluğa sürüklendiğini söyleyebilir miyiz? Öyle görünüyor.

Cumhurbaşkanının halk oylamasıyla seçilmesini öngören 2007 referandumu, yargıyı ele geçirmeye yönelik 2010 referandumu, Türk tipi cumhurbaşkanlığı için yapılan 16 Nisan Referandumu, 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi, 7 Haziran seçimlerinin fiilen geçersiz sayılması ile gidilen 1 Kasım seçimleri ve rutin genel ve yerel seçimler…

“Artık memlekette istikrar var, ikide bir seçime gidilmiyor” söylemiyle neredeyse sene başına bir seçimin düşmesi, “artık koalisyonlar dönemini kapadık” söylemiyle ittifaklar üzerinden bir seçime gidilmesi, üstelik bunun da erken bile değil bir baskın seçim olması…

Seçimlerin 2019 Kasım’ına kalmayacağını herkes biliyordu, önemli olan ne zamana alınacağıydı. Referandumda büyük şehirlerden açıkça “hayır” çıkmışken, İstanbul ve Ankara’nın belediye başkanları sancılı bir süreçle görevlerinden alınmışken, il teşkilatları istifaya zorlanmışken, “metal yorgunluğu” teşhisinde bulunulmuşken, MHP’nin oy oranı belli olduğunda Akşener’e kayış hızlanacakken, yerel seçimleri genel seçimlerden önce yapamazlardı, yerel seçimlerden “bunlara yol göründü” mesajı çıkmasına izin veremezlerdi. Vermediler de zaten. Üzerine neredeyse bahis oynanacak şekilde ve biraz da dalga geçilerek sorulan “Bakalım Bahçeli ne zaman erken seçim çağrısı yapacak” sorusu salı günü yanıtını buldu ve çağrıya 24 saat içerisinde büyük ortaktan yanıt geliverdi.

Bahçeli’nin çağrısıyla erken seçime gidilmesi bekleniyordu beklenmesine ama iktidarın 26 Ağustos tarihini fazla erken bularak Ekim, Kasım gibi seçime gideceği gibi genel bir kanaatle birlikte neredeyse kimse Haziran’da bir seçim beklemiyordu. Tam da MHP’nin çağrısı için “bu kadar erken tarihli bir seçim olabilir mi” soruları sorulurken tarih 24 Haziran diye ilan edildi ve anlaşıldı ki “baskın basanındır” deniliyor, buna uygun bir yol haritası hazırlanıyor.
Bu “baskın seçim” kararının gerisinde çok sayıda hedef bulunuyor. CHP’nin adayını açıklamada acele edip yalpalaması, Akşener’in partisinin seçime girmesiyle ilgili bir belirsizlik yaratılması ve belki de girememesi, sürenin kısalmasıyla muhalefetin ittifak görüşmelerinin sabote edilmesi, iktidar partisi devlet olanaklarını elinde bulundurur ve medyaya hükmederken muhalefetin seçim çalışması ve propaganda yapmak için ihtiyaç duyduğu sürenin çalınması, seçim güvenliğinin örgütlenememesi, 100.000 imza toplamanın zorlaştırılması… Hepsi iktidarın kafasındaki planın bir parçası gibi görünüyor.

Tüm bunların toplamı ise iktidarın siyasete ve topluma “şok doktrini” üzerinden müdahale etmeyi amaçladığını gösteriyor. “Seçim manyağı” yapılan Türkiye toplumu bu baskın seçimle bir kez daha sersemletilmek, şoka uğratılarak paralize edilmek isteniyor: Düşünemesin, kıpırdayamasın, ne yapacağını bilemesin. Bu paralize olma hali geçmeden sandığa gidilsin ve istenen sonuç alınsın.

Öte yandan, bu baskın seçim kararının, seçim öncesi yapılması halinde ciddi oy kaybı anlamına gelecek şeyleri bir an önce yapabilmek için alındığı da anlaşılıyor. Artık herkes biliyor ki, ekonomide yolun sonuna gelinmek üzere. Türkiye ekonomisi, dış borcuyla, cari açığıyla, işsizliğiyle, enflasyonuyla ciddi bir alarm veriyor. On beş yılda sağa sola beton ve asfalt dökmekten başka hiçbir şey yapılmadığı, planlı bir kalkınma programı izlenmediği, ekonomin sıcak para akımlarına bağımlı haline en ufak bir şekilde müdahale edilmediği için çöküş giderek yaklaşıyor.

İşte bu baskın seçimle birlikte yeniden IMF’yle, Dünya Bankası’yla, küresel finans kuruluşlarıyla dirsek temasına girileceği, kemer sıkma politikalarının devreye sokulacağı, halka yeniden bir “acı ilaç” içirileceği görülebiliyor. Rusya’nın Türkiye’ye S-400 vermesi mümkün belki ama para vermesi değil, çünkü onlarda da yok. Dolayısıyla iktidar sermaye düzenini ve sermaye sınıfını kurtarmak için bir kez daha küresel sermayeye istediklerini verecek, halktan da “fedakârlık” isteyecek. Bunu seçime giderken yapmanın sonuçlarının ne olduğu gayet iyi bilindiği için seçim bu kadar erken yapılıyor, telaş biraz da bundan.

Peki biz ne yapacağız? OHAL’in uzatıldığı gün açıklanan seçim kararının meşruluğunu Meclis muhalefetinden kimse sorgulamadığına ve süre de bu kadar az olduğuna göre, bir boykot tartışması yapmak da boykotu örgütlemek de artık imkânsız hale gelmiş bulunuyor. Bize bu noktada, aritmetik hesapların ötesine geçip bu iki aylık süreci eğer mümkünse bir “ortak aday” etrafında kendimizi anlatmak, toplumsallaşmak, kitleselleşmek, sokakta olabilmek için kullanmak ve “şok doktrini”nin insanlarda yarattığı umutsuzluğun, bezginliğin üzerine giderek seçimin çözmesi mümkün olmayan krizlere ve yeni kırılmalara hazırlanmak görevi düşüyor.