İki büyük ekonomik krize tepki olarak iktidara gelmiş ve dünyadaki para bolluğu sayesinde uzun yıllar boyunca vatandaşın tüketim olanaklarını artırabilmiş bir partinin ilk kez bunu yapmaktan giderek uzaklaştığı bir dönemde seçime giriyoruz. Ülkede bir ekonomik kriz var ve üstü ne yapılırsa yapılsın örtülemiyor. Krizin üstünün örtülmesi için çok şey denendi, toplum bundan önceki seçimlerdeki gibi […]

İki büyük ekonomik krize tepki olarak iktidara gelmiş ve dünyadaki para bolluğu sayesinde uzun yıllar boyunca vatandaşın tüketim olanaklarını artırabilmiş bir partinin ilk kez bunu yapmaktan giderek uzaklaştığı bir dönemde seçime giriyoruz. Ülkede bir ekonomik kriz var ve üstü ne yapılırsa yapılsın örtülemiyor.

Krizin üstünün örtülmesi için çok şey denendi, toplum bundan önceki seçimlerdeki gibi yine kutuplaştırıldı, “bizden değilsen teröristsin” söylemi üzerine ve “beka” vurgulu bir seçim kampanyası yürütüldü, ülke adeta bir yerel seçime değil, referanduma götürüldü.

Bunun başarılı olup olmayacağını, işe yarayıp yaramadığını bu gece göreceğiz; toplumu kutuplaştırıp korkutarak krizin üzerine beka örtüsünü örtme siyasetinin başarılı olup olmadığını bu gece anlayacağız.

Başarılı olmama ihtimali yüksek, iktidar partisinin oylarının Türkiye genelinde düşmesi ve önemli bazı belediyelerin yitirilmesi –eğer seçim akşamı sandıktan bir tavşan çıkarılmayacaksa- hayli yüksek. Toplumun geniş kesimlerinin iktidara bir uyarıda bulunacağı, bir ders vereceği yönünde bu sefer sahiden de yaygın bir kanaat var, göreceğiz.

Ancak seçim sonuçları ne olursa olsun, değişmeyecek bir gerçek var: Türkiye, daha uzunca bir süre, içerisine girmiş olduğu kriz konjonktüründen öyle kolay kolay çıkamayacak ve bu hem genel olarak siyasetin gidişatını hem de özel olarak iktidar partisinin adımlarını belirleyen ana faktör olacak.

Bu noktada, iktidar partisi istersen kazansın ister kaybetsin, krizden çıkış için bir ekonomik programı hayata geçirmek zorunda ve bu program kaçınılmaz olarak krizin yükünü emekçilerin, çalışanların, yoksulların sırtına yıkacak.

Bunu yaparken ise toplumun rızasına ihtiyaç duyulacak ve rızayı sağlamak için de “ekonomik kurtuluş savaşı”, “milli dayanışma”, “fedakârlık zamanı” söylemleri havada uçuşacak, fedakârlık zenginlerden, iş adamlarından, müteahhitlerden değil, halktan istenecek.

Böyle bir durumda muhalefet ne yapacak peki? Başta ana muhalefet partisi olmak üzere, düzen muhalefetinin bu tür bir çağrıya icabet etmesi, “milli siyaset” adı altında ve “krizle mücadele” adına iktidara el uzatması ve böylelikle daha önce defalarca olduğu üzere iktidara yeniden meşruiyet tesis etmesi şaşırtıcı olmayacak.

Tam da bu nedenle, seçim sonuçlarından bağımsız olarak, seçimden sonrasına, derinleşecek olan krize, derinleşecek olan yoksulluğa ve o derinleşmenin yaratacağı siyasal sonuçlara, toplumda büyüyecek hoşnutsuzluğa odaklanmak zorundayız.

Bir yandan, Türkiye’yi içinde bulunduğu krizden ancak emek perspektifli, kamucu, halkçı politikaların kurtarabileceğini topluma anlatacak araçlar, yöntemler geliştirmek, öte yandan derinleşen yoksullaşmaya karşı toplumsal dayanışma ağları kurmak, alternatif sosyal politikaları hayata geçirecek kurumlar oluşturmak, sol açısından kriz konjonktüründe siyaset yapmanın öncelikli hedefleri olmalı.

Halkın sofrasına gelen ekmek giderek küçülürken, o en önemli ve burada sıkça sorduğumuz “ekmeği şimdi nasıl bölüşüyoruz, aslında nasıl bölüşmeliyiz” sorusunu merkeze alan bir sol siyasetin, seçimlerden sonra, iktidarı ve muhalefetiyle düzen siyasetinin karşısına çıkarılması, hattın tam olarak buradan, ekonomi üzerinden kurulması gerekiyor.

Türkiye’de solun ayağını basacağı hem sağlam bir tarihsel miras hem de güçlü adımlarla yürümeye başlayabileceği, kendi sesini halkın sesiyle güçlü bir şekilde buluşturabileceği uygun bir zemin var, ihtiyacımız olan şey ise biraz akıl ve biraz cesaret.