Hapiste olan, tutuklu bulunan bunca gazeteci var; bu ayıp yetmezmiş gibi bir de susturulan kalemler çoğalıyor memlekette. Türkiye’nin vicdanı sayılabilecek cesur kalemler yazamaz hale geliyor. Yandaş medyanın iyice şişmiş olması yetmiyor; ana akım medyanın gemisini yürütme maskaralıkları doyurmuyor;  zaten sesini duyurmakta, kendini ortaya koymakta zorlanan kesimlerin isimlerin çoğalması kesmiyor; bir de ana akımdan kesmece usulüyle alınan, “susturulan” kalemler....  Gün geliyor, medya dünyasında önemsendiğini düşündüğünüz biri şimşekleri üzerine çekiyor, sonrasında da o dünyadan kayıp gittiğini görüyoruz . Neden de, kendileriyle tutarlı, vicdanlarıyla barışık olmayı seçmeleri; iktidara yaranmayı değil iktidarın yanlışlarını söylemeyi  sorumluluk olarak görmeleri.

Fazla söze ne hacet! Yıldırım Türker’den söz ediyorum. Kıvrak bir dile, edebi bir zenginlikle, insani bir duyarlılık eklemeyi bilen bir yazar Türker. 16 yıldır Radikal’de yazıyor; Radikal okuyan birçok kişi için vazgeçilmez bir yazar olduğunu düşünmek de abartılı olmaz.  Şimdi, Şemdinli’den söz ettiği bir yazı, arkasından Radikal’den ayrılış haberiyle gündemde.  Söz konusu yazıyı okudum; yine çok şeyi içine sığdıran bir yazı olmuş; ancak kutlanabilir.  ”Gerçeklerin karşısında başka yere bakıyor da görmüyormuş gibi taklalar atan masal ülkesi ahalisine” ilişkin duyuruda bulunuyor örneğin. Ya da, “Devlet kaynaklarının servis ettiği burkulmuş mantık müsamerelerini, o kaynaklara biat edip gazetecilik, yorumculuk kisvesi altında okura ileten gazeteci müsveddelerin” den söz ediyor. Yazısının başında söylediği,  “hakikatle aramıza bin bir özenle örülen duvar üzerine ileride sosyolog, tarihçi ve arkeologların hayli, kafa patlatacağı kanısındayım” değerlendirmesi ise atlanacak gibi değil. Böyle bir kalemin varlığının, medya için anlamını düşünün! Kayıp onun değil, bizlerin!

Ondan once de Nuray Mert, Ece Temelkuran’ın yazıları, üslupları beğenilmemişti. Onlar da zekaları, duyarlılıkları kadar dürüstlük ve cesaretleriyle sivrilen kalemlerdi. Akşam Gazetesi’nde olanlar da bunun bir benzeri.  Televizyonda da işinden olanlar, ya da programı elinden alınanlar az değil. Görünen o ki,  ana akım medya, birer birer hükümetçe “aykırı” bulunanları ayıklamakta tereddüt etmiyor. Etmiyor ya, böyle davrandıkça varlık nedenini de ortadan kaldırdığının farkında mı acaba? Sahibinin sesi bir medya olacaksa, tek bir gazete, tek bir televizyon da bu işi görür; gerisine ne hacet! 

Oysa ölüm kol geziyor; topluma etnik, dinsel  ve kültürel bölünmelerle karşı karşıya; savaş kapımıza gelmiş dayanmış. Bunları yazan, irdeleyen, sorup soruşturan kalemlere ihtiyaç var; susmak değil, konuşmak zamanı şimdi.

Peki ne yapılıyor? Uludere’den söz etmek; Şemdinli’yi sormak,  Suriye’de uçağın nasıl düştüğünü  konuşmak, Myanmar’a neden gidildiğini merak etmek, işkenceci polisin atamasını eleştirmek, bakanların ölçüsüz söylemlerini konu etmek “suç!”

Ya da, “ben yaptım oldu” mantığıyla eğitimden sağlığa, hukuktan kentleşmeye alt üst etmedikleri ne kaldı diye sormak, pek hayra alamet değil! Başbakan ya da bakanlar, Türkiye’nin seçilmiş bir vekilinden çok, bir “sahibi” ya da bir “patron” gibi davranmakta sakınca görmüyorlar demek, Maazallah!

Evet, AKP iktidarının da, her iktidar gibi, beğenilsin istemesi, eleştiriden hoşlanmaması doğal! Ancak onların hoşuna gitmese de, yalnız demokrasinin var olabilmesi açısından değil, sorunların çözümü için de eleştiri ve muhalefet şart. Türkiye’de demokrasinin bir türlü raya oturamaması, sorunların yumak olup çözülememesindeki arkasında da, bu şartı hakkıyla yerine getirememek yatıyor. Zaten güç aşığı bir memlekette, iktidar adamı olmayı marifet sayanların ülkesinde, tek adam olma sevdalısı siyasetçilerle eleştiri ve muhalefetin büyüyüp serpilmesi kolay değil. Bu nedenle bugün bile, tek adam dönemini aratmayacak uygulamalarla karşılaşmak gibi talihsizlikler yaşıyoruz.  

Sonra da demokrasiymiş! Bir yanda korku ve tahammülsüzlük, öte yanda yasaklar ve kaba güç kullanımı devam ederken demokrasi diye bir şeyin kalması mümkün mü?  Ama ne gam! Onun yerine, İktidar ve ortaklarının demokrasi nutukları var. Nutka devam yani! Öte yanda sorunlar yığılmış duruyor; orada da büyüme, istikrar, bölgesel güç, kaç numaralı ekonomi gibi masallar devreye girer; olur biter! Yok öyle değil, böyle diyenlerin ise, er geç susturmanın bir yolu bulunur; bindiği arabanın düdüğünü çalanların ülkesidir burası.

Sonuç olarak, geçmişin mağduru veya mazlumu olan bugünkü iktidarın, muktedirliğini doya doya yaşamak istediğini, demokrasiyi de kuşa mı, kendine mi, neyse,  benzettiğini görmemek mümkün değil. Yaslandığı “milli iradenin”, ona sorgusuz sualsiz, eleştirisiz muhalefetsiz bir iktidar verdiğine olan iman da her geçen gün büyüyor gibi. Son seçim sonrası artık en iyisini kendisinin bildiği, en doğruyu kendisinin yaptığına ilişkin kuşkular gitmiş, buna karşın ustalığına ve bilirimciliğine ilişkin kuşkulara tahammül azalmıştır. Bu nedenle eleştiriyi de, şu veya bu konudaki bir  görüş olarak almak yerine,  “muktedirliğinin” sorgulanması olarak görüp rahatsız olmakta. Tahammülsüzlüğünün sınırlarının giderek daralması da bununla ilgili. Örneğin İspanya’da kralın Afrika Gezisi mesele oluyor; burada Dışişleri Bakanı’nın neden Myanmar’a gittiği sorulamıyor! 

Şimdi demokratikleşme yolunda nereye mi geldik; nereye mi döndük dersiniz; bilemeyeceğim. Ancak, bugünü 60 öncesine benzetenler çok yanılıyor olmasa gerek.

Bizi kurtaracak olanlar da, siyasetçiler değil; borazan medya hiç değil....

Yine aklını ve kalemini, sözünü ve tavrını karanlıkla boğuşmak uğruna kullanmaktan kaçınmayacak olanlardan medet umabilir bu ülke.