Bilim neden zordur sorusunun yanıtını ararken aklımızın sınırlarına, evrenle birliğimizin bozuluşuna, dilin yetersizliğine, Einstein’la adını koyduğumuz göreliliğe gelip dayandım

Sevgilimsin

ONUR BEHRAMOĞLU

Bilim neden zordur? Bilebildiğimiz kadarıyla, az sayıda yasanın çok sayıda karmaşık durum yarattığı bir evrende yaşadığımız için. Gördüğümüz, bozulmuş olandır, oluşumuna temel yasayı birebir doğrulamamızın olanağını ilk elden sunmaz ya da kimi zaman, yasayı bilmek, görüleni açıklamaya yetmez. Herkesin baktığına bakıp kimsenin görmediğini gören, düşünmediğini düşünen, keşfeder. Bunları, kuantum evrenindeki parçacıklardan dış uzaya kadar karşılaştığı en karmaşık şeyle, beyniyle yapar insan, temel ironi budur.

Aklımız, atalarımızın milyonlarca yıllık gereksinimleri doğrultusunda evrildiyse, milyonlarca yıldır karşılaşılan sorunların çözümünde yararlı olacak kimi eğilimlere sahip, olası bazı sorunlar karşısında ise, çözümler üretmeye yetecek kertede bilenmemiş demektir. Bu da, biz tersine inanmayı yeğlesek de, mükemmel olmadığımız anlamına gelir. Evrim sürecinde diğer canlılarda gözlemlediğimiz uyarlanmaları ‘Tanrı’nın mucizesi’ gibi nitelemelerle ifade etmeyi severiz ama işin doğrusu, hiçbir canlının evriminin kusursuz olmadığı, kusursuzluğun bedelinin ölüm olabileceğidir. Şair, arıların bal yapma süreçlerini izlerken hissettiği mükemmel uyumu dizelerinde nasıl ifade ederse etsin, matematikçi, arıların en üst düzey verimlilik için bundan daha iyisini yapmalarının matematiksel olarak mümkün olduğunu ispatlayacaktır. Aslına bakarsak, her şeyde esas olan dengedir; özgürlüğü azami düzeyde hissetmemizi sağlayan müzikte bile, beklenmedikle öngörülenin altın oranında.

Biraz soluklanıp, matematiğin dile neler borçlu olduğuna bakalım. ‘Olanaksızlık’ adlı yapıtında John D. Barrow, matematikteki ‘konum değeri’nin önemini anlatırken, sayıları göstermek için kullandığımız bu alışıldık yapının (yani, 111 yazdığımızda, eski Mısırlılar gibi üç değil, bir tane yüz, bir tane on, bir tane de bir olduğunu bilerek yüz on bir okumamızın), sözcüklerin cümle içindeki özne-tümleç-yüklem gibi konumlarının bilgi aktarmaya yaradığı dilsel yapılarla benzerliklerine dikkat çeker. Nitekim, başlangıçta, sayılar isim gibi kullanılmış, üç taş için bir sözcük, üç balık için başka bir sözcük türetilmiş, muazzam bir terim ve sembol enflasyonu doğmuş ve nihayet sayıları sıfat olarak düşünmek -dille düşünce özdeştir- matematiğe giden yolu açmıştır. Bu yaklaşım belki ispatlanabilmiş değildir lakin matematiğin dil içgüdümüze çok şey borçlu olduğu kesindir. Elbet, dil yetimizi güzellemek başka, dilin deli gömleği olduğunu anlayıp şiir katına çıkmak için kanatlanmayı istemek başka. En görkemli kanatları kuşanan Melih Cevdet Anday, “Çünkü ilk sayı üçtür” der, eskiden beri bildiğimiz iki dünya, düşle gerçek ve ikisi arasında bir “geçiş bozukluğu” ile karşılaşılan üçüncü dünya, bilinçdışı ya da üst gerçeklik, öte gerçeklik… yani şiirin kaynağı. Birinden diğerine geçerken bilinmedik olanla karşılaşıp haykırır şair: “Anlaştığımız dilleri bulana lanet olsun!” Biz ona ‘ağaç’ demeden önce ağaç binlerce şey, dil de şiirdi.

Deli gömleği mi dedim, dilden söz ederken? Evet. Milyonlarca yıldır karşılaşılan sorunlara göre şekillenen algımız, günlük yaşamı idame ettirmek için edindiğimiz bilgiler ve kullandığımız dil, evreni (aslında ‘varoluşu’ demeliyim) anlamamızı engeller. Örneğin, mevcudiyetimizi büyük patlamaya borçlu olduğumuz bilgisi, içimizde bir yerde, sonumuzun da öyle geleceği öngörüsünü besliyor olabilir; oysa küçük küçük hatalarımız, vurdumduymazlıklarımız, körlüklerimizle ölüp gitmektedir dünya. “Kıyamet, dünyayı artık taşıyamayacağımıza ilişkin bir tür önsezidir, bir tür geriye dönüş, bir anı” diyor Melih Cevdet. Bu önsezinin kaynağı, başlangıçtaki büyük patlamanın anısının yıldız tozlarıyla aynı maddeden yapılma kirpiklerimizde kalmasıdır. (“Altın külçenin içinde, artık parıltı olmayan, belki de bu parıltıdan habersiz bir bölüm, sakin, kahramanca, yaşanan bir bölüm görüyordum. Burnumun dibinde. O kadar yakın. Ruh değil, (ne gerek var ona), belki de özdeğin ta kendisi. Hem yeni hem tanıdıktı bu yer. Nedenini bilmediğim bir sevinç kaplamıştı içimi. Sevincin öğretilmemiş olanı. (Sonraları onu yaratmaya nasıl da çabaladım!)”

“Şiir, şimdinin zenginliğidir” cümlesini okuduğumda ürpermiştim. Neden ürperdiğimi tam da bilmeden. Bugün, göğe baktığımda evrenin milyarlarca yıl önceki halini gördüğümü, şimdi nasıl olduğunu ise göremediğimi bildiğim için, şimdinin zenginliğini duymanın güçlüğünü -sevincin öğretilmemiş olanını yaratmaya, zamansızlığı yakalamaya çabaladığımı- anlıyorum. Mutluyken mutlu olduğumuzu bilemeyişimiz, onu ancak sonrasında idrak edişimiz gibi, içindeyken de şimdiyi, şu ânı pek bilemiyoruz. Işık hızı sonsuz değil sonlu, uzak bir galaksiyi görmek demek onu şimdiki haliyle değil ışığın terk etmiş olduğu anda nasılsa öyle görmek demek (ne kadar kederli!), bilimkurgu romanlarında hayalini kurduğumuz zaman makinesi aslında evrenin kendisi, ışık hızı sonlu olduğu için varız zira sonsuz hızda olsaydı her yerden gelen sinyallerden ölümcül biçimde etkilenirdik, demek ki sonlu ışık hızı sebebiyle yakınımızdaki etkileri uzaktakilere baskın kılan bir göreliliğin yönetimindeyiz (Mesafeler büyüdükçe aşkın solup gidişi…)

Bilim neden zordur sorusunun yanıtını ararken aklımızın sınırlarına, evrenle birliğimizin bozuluşuna, dilin yetersizliğine, Einstein’la adını koyduğumuz göreliliğe gelip dayandım. Ve birdenbire anladım: Ataol Behramoğlu, “Öpüşlerimiz yağmura göre / Odamız öpüşlerimize göre / Ve dünya odamıza göredir / Ve biz dünyaya göreyiz” derken, o gelip dayandığım duvarı aşmanın yegâne yolunu göstermektedir:

Ben dünyaya göre değilim.

Şiir, nesnelerin dille-düşünceyle perdelenmiş ışıl ışıl özlerini görüp duymaya yaklaştıran, düzyazılaşıp solmuş dünyaya göre olmadığım hissini pekiştiren baş dönmesi.

Aşk, ikinci bir baş dönmesi, dünyaya göre olduğuma kısa süreliğine inandıran.

Ve bu yokoluş esintileri taşıyan gövde ile kim bilir neye doğru genişleyen evrende dünya adını verdiğimiz bir gezegenin küçücük bir yerlerinde kapana kısılmış durumdayız, o yüzden: “Sevgilimsin, arasına bir kâğıt koyup erteliyoruz aşkı.”

Ama sevgilimsin. İkimiz de biliyoruz.