İnşaat işçisi Sıtkı Aydın, bundan beş yıl önce, çalıştığı Sinpaş Altınoran inşaatının 3. katından düştü. Firma, beyin travması geçiren ve yedi kaburgası kırılan Aydın’ı kendi deyimiyle “köpek ölüsü gibi kapıya bırakıp çekip gitti” ve 300 lira dışında tek kuruş ödeme yapmadı. Aydın Sinpaş’a dava açtı ve avukat masraflarını karşılamak için iki kere kredi çekti, beş yıldır devam eden davada herhangi bir gelişme sağlanamadığı için ise kredileri geri ödeyemedi.

Derdini anlatmak için Saray’a iki kere faks çekti, herhangi bir geri dönüş olmadı. Kadir Topbaş’la bir gün Gebze’de karşılaştı ve ona derdini anlattı, Topbaş “halledeceğiz” dedi ama bir sonuç çıkmadı. Aydın bunalıma girdi, olanca çaresizliğiyle elinde bir su şişesine doldurduğu benzinle Meclis’in önüne gitti ve kendini tutuşturdu.

Trakya Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü öğrencisi Dilek Özçelik, lenf kanseriyle mücadele ederken, 15 Nisan 2013’te Edirne’de ilacının temini için dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanından yardım istedi. Bakan ise Dilek’i dilenci sanarak ona para vermeye ve başından savmaya çalıştı. Dilek’in o gün Bakana verdiği yanıt upuzun bir çığlık ve kısacık bir insanlık dersiydi: “Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda.”

2013 aslında Bakan Erdoğan Bayraktar için de bir “kader yılı”ydı. 17-25 Aralık Operasyonu sonrası istifa etmek zorunda kaldı. Ancak daha da önemli olan canlı yayında söylediği şu sözlerdi: “Rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyonu yayınlayınız şeklinde tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Etmiyorum çünkü soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın talimatıyla yapıldı.”

Sonrasında Bakan bu sözleri hiç sarf etmemiş gibi yaptı ve kaybolup gitti, ta ki birkaç gün öncesinde Trabzon’a yaptıracağı cami haberiyle gündem olana kadar. Evet, Dilek’in öldüğü günlerde Bayraktar, gazetelere düşen “30 milyon liraya cami yaptıracak” haberlerini yalanlıyor ve caminin maliyetinin 65 milyon lira olduğunu övünerek anlatıyordu. Elbette ki yine kimse “bir Bakan bu parayı nereden buluyor” diye sormayacak, elbette ki yine kimse “bu camide namaz kılınır mı” diye düşünmeyecekti.

Sadece 2016 yılında, tam 2006 iş cinayeti gerçekleşti, tam 2006 işçi, çalışırken yaşamını yitirdi. Bu ölümlerden 453’ü inşaat sektöründe gerçekleşti, tüm ölümlerin % 23’üne tekabül eden bu sayı, iktidarın ekonomideki lokomotifi inşaatı ölümlerin şampiyonu yapıyor ve aslında betonlar binaların temeline değil, işçilerin mezarına dökülüyordu. Bu yüzden işçi Sıtkı Aydın’ın yaşadıkları tam da “anlatılan senin hikâyendir” dedirten cinstendi, çünkü Aydın’ın yaşadıkları memleketin özeti gibiydi.

Sağlığa gelince… Bunu en iyi artık yoksullar biliyor. “Katkı payı” diye başlayan uygulamalara, röntgenden, ultrasondan, MR çekiminden, tahlilden istenen paralar eklendikçe kamu hastaneleri ile özel hastaneler arasındaki makas daralıyor, sağlık bütünüyle piyasanın insafına terk ediliyor, “paran kadar sağlık” temel ilke haline geliyor.

Peki millet aç ve yoksulken, millet inşaatlarda ve hastane kapılarında ölürken, yerli ve milli olma iddiasındakiler, kendilerine “milletin adamı” diyenler ne yapıyor? Saraylarda oturuyor, filolarına yeni gemiler, şirketlerine yeni şirketler, paralarına yeni paralar ekliyor, kaynağı meçhul paralarla cami yaptırıp kefaret ödemeye çalışıyorlar, tüm bunları yaparken de bunca açlığın, yoksulluğun, sefaletin üzerine dini ve milliyetçiliği örtüyorlar. Minarelerin ve bayrak direklerinin yükselişi ülkenin çöküşünü gizlemeye yarıyor, hamaset büyüdükçe uçurum derinleşiyor. Onlar “millet”ten olurken, milyonlarca insan sırf onlar gibi düşünmüyor diye, sırf kitap okuyor, tiyatroya, sinemaya gidiyor, medeni bir ülke, hukukla yönetilen bir ülke, bilimle yönetilen bir ülke, eşit ve adil bir ülke istiyor diye “elit” oluyorlar.

“Bizim büyük çaresizliğimiz” evet en çok da bu sahte ayrımdan, işçinin, emekçinin, yoksulun kendilerini sömürenleri “milletin adamı”, bu sömürüye hayır diyenleri ise “tuzu kuru elitler” olarak görmesinden kaynaklanıyor. Bu sahte ayrımın deşifre edilmesi, anlatılması, ortadan kaldırılması gerekiyor. Bu ise daha fazla “sınıf” demekten, sömürüden ve sömürü düzeninden daha fazla bahsetmekten, siyaseti emeğiyle geçinen insanların lehine ve onlarla birlikte yapmaktan geçiyor. Sıtkı Aydın’ın, Dilek Özçelik’in ve bizim çaresizliğimizi yenmemizin başka bir yolu bulunmuyor.