Ayakta durmakta zorlanıyor. Koluna giren komutan, “gurur duyacaksın, onur duyacaksın” derken, o nefes almayı unutmuş gibi; göğsü tıkalı, aklı bulanık. Küçük yüzüne, 30 yıldır kardeşlerini, evlatlarını toprağa verenlerin acısı oturmuş. Komutan, ‘vatan sağ olsun’lu şehitlik güzellemeleri yaparken, acısı öfkesine kaynamış bir genç bağırıyor. “Biz hiçbir ölümle gurur duymuyoruz. Beni yaşatmayan devlet sağ olmasın.” Ortalık karışıyor. Belli ki devlet için feda olmayacak. Belli ki, kardeşi kardeşe kırdıran düzenin şahadet güzellemelerine aldanmıyor. Belli ki, susmayacak. O halde, tez ağzı tıkana! “Olan hep bize, hep garibana oluyor.” Savaşı iktidarına teyelleyenler nerede?


“Asker olsun, gerilla olsun, polis olsun, kimsenin ölmesini istemiyoruz. Allah rızası için, bu kan dursun artık” diye bağırıyor bir baba. Bir anne, “18 bin liram yoktu, affet beni” diye ağlıyor oğlunun tabutu başında. Ne onlar, ne biz, ne vatan sağ oluyor. Her ölüm daha derin bir ayrılık, her mezar daha karanlık bir çukur açıyor içimizde. 30 senedir, bıçak kemiğe dayalı. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz yıllar, en çok öldüğümüz yıllar. Vatan için kurşun sıkanın da yiyenin de şereflendirildiği zamanlar, gerçeğin gizlenip yalanların servis edildiği en şerefsiz zamanlar. Bu, döne döne içine hapsedildiğimiz bir karabasan.


Geçen onca acılı yıl, bize barıştan başka yol olmadığını gösterdi. Eziyetin sürdüğü yerde isyanın bitmeyeceği, çatışmanın olduğu yerde barışın gelmeyeceği sır değil. Barış, “bana oy getirir” hesabıyla girişilip “işime yaramadı” diyerek bırakılabilecek kadar basit bir söz değil. İnsanların umudu, ağza çalınan bir kaşık baldan sonra zehir salınarak oynanabilecek bir oyun değil. Barış, insanları düz ovada siyasete çağırdıktan sonra, önüne baraj çeken; dahası, geçemezlerse çok şahane olacağını dillendirenlerin ikiyüzlü tavrıyla kurulacak değil. Dudaklarının kenarından kan süzenlerin ellerinde soldurulabilecek bir araç, hiç değil.


Yüzükoyun yere yatırdığı Kürt işçilere hakaretler yağdıran özel harekât timi komutanı, “ne yaptı lan size bu devlet” derken, cevabı yaptığında saklı sorusunu, o ve onun gibi kendini devletin sahibi sananların alnına yapıştırmaktan geçen gerçekçi bir yoldan gidiliyor barışa. “Türk’ün gücünü göreceksiniz!” diye bağırırken, görünen tek şeyin 40 bin mezar taşından ibaret olduğunu bilmekle geliyor barış. “Sizin iktidar hesaplarınız için ölmekten tükendik. Bizim, bu kirli savaş için verecek canımız kalmadı” diye isyan eden asker yakınının sözlerine kulak vermekle sağlanıyor barış.


Verecek can, sabır edecek yürek kalmadı. Çocukluğu rezil edilenlerin bu ülkeye verecek bir gençlikleri de yok artık. Tek başına iktidar olamadı diye, barış masasını tekmeleyip ülkeyi yangın yerine çevirenlerin “milli birlik ve kardeşlik” diye tanıtımını yaptığı projeyi, ne yazık ki her gün gelen ölümlerle idrak ediyoruz. Kürtler barajı geçmeseydi, her şey çok süper olacaktı; ama olmadı. Bu kadar çok barış deyip iktidarın samimiyetsizliğini deşifre etmeselerdi şahane olacaktı; ama olmadı. Erdoğan Roboski’nin uzağından geçemezken, Demirtaş ölen askerin ailesini ziyaret etmeseydi mükemmel olurdu; ama olmadı.


Öldük, gömdük, yandık… Taşı taş üstünde, otu toprak üzerinde bırakmadınız. Bir yaldızlı saray uğruna, teypteki kanlı kaseti başa sardınız. Yok, saydınız diye kimse yok olmadı. Süreç, bitti deyince de bitmeyecek. Siyasetinizin battığı yerden, barış doğacak.


Basının iki temel görevi, haberleriyle kamu adına her tür iktidarı denetlemek ve gerçeğe ulaşmak için her türlü görüş ve sesin kamuya ulaşmasını sağlamaktır. Bu görevlerden biri sınırlamaya uğrarsa ülkede basın ve ifade özgürlüğü, dolayısıyla demokrasiden söz etmek imkânsız hale gelir. Bugün gazetelere, haber ajanslarına, televizyon ve internet sitelerine getirilen sansür, kısıtlama ve baskılar özgür medyanın işlevini hedef alıyor.