Adım adım üzerine yürünmüş ve sonunda köşeye sıkıştırılmış gibiyiz. Herkes kendini ayrı, karanlık, başka bir sokakta yalnız sanıyor, oysa değil. Hepimizin hayatı yan yana, aynı duvarın önünde soyuluyor. Hırsız gözümüzün içine baka baka o kadar çok bağırıp tehdit ediyor ki, başkasının çığlığını duyacak halimiz kalmıyor. Çok iyi biliyor ki seni beni soydukça, bizi kendi canımızın derdine düşürdükçe, aynı duvarın önünde, yan yana zorbalık görenler, birbirimizi fark edemeyeceğiz. Ta ki biri can havliyle, hırsızın boğazına sarılıp direnç göstermeye başlayıncaya kadar… Halimizin kısacık hikâyesi budur bana kalırsa.

***

‘Dilediğim gibi, benim çizdiğim sınırlarda, kurduğum dekor içinde, belirlediğim şartlar altında yaşayacaksın’ dayatması günün sonunda gazlı içeceğin içine aspirin atmaya benziyor. Ya da kendi yatağında akan bir nehrin önünü kesmeye… Birinin haşeresini diğerinin engellediği ağaçları söküp atmaya… Ortamın havasını, uyumunu bozan bu ısrarlar da, sonucu gittikçe ağırlaşan bir kısır döngüye sebep oluyor. Dayatılan fikir, inanç, politika, yaşam biçimi, konu her ne ise, maruz kalanın cephesinde hem karşı tepkisini yaratıyor, hem de buna zorlayanların o tepkiyi zapturapt altına alabilmek için daha sert bir saldırıyla el artırmasına vesile oluyor.

***

İktidar ve halk arasında tarihte pek çok kez yaşanmış ve sonunda kimseye hayrı olmadan kopup giden bu sistemin kırılmaya en yakın olduğu an, baskının yaşamı açık bir şekilde kesintiye uğrattığı o an… Yani insanların maddi-manevi hayatta kalabilmek için ihtiyaç duyduğu üç temelden, hava, su ve neşeden yoksun bırakıldığı zamandır. Bütün büyük değişimler işte o kesinti anlarında gerçekleşir. Toplumsal, kültürel, siyasi ve ekonomik dönüşümlerin ilk adımı değişim ihtiyacının insanın boğazını sıkan el gibi mecburi hale gelmesiyle atılır. Bu, korku ve korkutma ile öyle birikmiş bir yoğunluktur ki bazen engellenemez ve yönetilemeyebilir. Toplumların hayatta kalma refleksi, iktidarların ayakta kalmak için pompaladığı korkuyu yener. Ama hangi bedelle olacağını kimse öngöremez. Siyasetten, siyasetçilerden işini doğru yapmasını ısrarla istemenin sebebi de budur işte!

***

Canı yananın bağırması, sesini duyurması; hakkı yenenin itirazı, adalet talebi… Bunlar, hep o duvarın önünde hırsızın boğazını sıktığı insanlar birbirinden haberdar olduğunda gerçek olmuştur. Dolayısıyla, devletin kurumlarından derdine derman bulamayan insanların, yardım için ‘buradayım’ diye bağırmaktan ve bunu da diğerlerine duyurmaktan başka çaresi yoktur. İtirazını, sıkıntısını sokakta dillendirmek demokratik ülkelerde Anayasal bir haktır, çünkü temel bir zorunluluktur. Sokakların karış(tırıl)masından endişe ediliyor olması, bu gerçeği değiştirmez.

***

Halkın tepkisiyle baş edemeyeceği için demokratik bir eylem biçimini suçmuş gibi algılatan, toplumda kaos korkusu yaratarak yerini korumaya çalışan iktidardan eğer ki muhalefet koltuğu devralmak istiyorsa; o halde mücadelesini, açlıkla sınanan insanlara tıpkı iktidarın yaptığı gibi sandığı gösterip sabır dilemekten fazlasını yaparak, örneğin yeni ifade alanları açarak sürdürmeli. Toplumsal tepkiyi politize edemeyen muhalefet, halka geleceğe dair ne söyleyebilir, neye inandırabilir, nasıl umut olabilir, cesaret verebilir? Hava, su ve neşenin yoksulluğunda birbirini gördü, tanıdı artık milyonlarca insan. Kaos, sokaktaki itirazdan değil, korku, çaresizlik ve umutsuzluktan beslenir. Hayatımızı, siyasetimizi, çevremizi, dünyamızı kararlı, istikrarlı kural ve kurumlarla onarmak zorundayız. Krizlerden beslene beslene gaspçı bir canavara dönüşen sistem, sahipleriyle birlikte hepimizi yutmak üzere çünkü.