Soldaki hareketlenmeler artarken, sosyal demokrat düşünceyi benimsediği iddiasında olan ve yüzde 30 civarı bir oy potansiyeli bulunan CHP’yi de –tüm hayal kırıklıklarına karşın-ilgi ve eleştiri odağı haline getirmek kaçınılmaz.

Sosyal demokrasi iddiası  açısından CHP’yi tartışmak!

Sosyal demokrasinin ideolojik-siyasal bir yaklaşım olarak gerilemesi ortadayken ve CHP’nin birçok konuda yarattığı hayal kırıklıkları bilinirken, “CHP’yi ve sosyal demokrasiyi tartışmanın anlamı ne!” diye sorulabilir. Ancak, AKP’nin siyasetten ekonomiye uzanan ve kaygıları korkuya dönüştüren politikaları karşımızda iken, emek açısından –kuşkusuz yalnız örgütlü değil, daha geniş anlamda- siyaset ve demokrasiyi etkin bir araca dönüştürmekten başka bir yol görünmüyor. Ayrıca soldaki hareketlenmeler artarken, sosyal demokrat düşünceyi benimsediği iddiasında olan ve yüzde 30 civarı bir oy potansiyeli bulunan CHP’yi de –tüm hayal kırıklıklarına karşın-ilgi ve eleştiri odağı haline getirmek kaçınılmaz.
CHP’nin ilgi odağı olmak isteyeceğine kuşku yok; ancak eleştiri odağı olmak açısından oldukça şikâyetçi olduğunu biliyoruz.  AKP’nin siyasetten ekonomiye, hukuktan sosyal politikalara kadar uzanan ve hemen her şeyi iktidarı için araçsallaştıran anlayışı ve uygulamaları ortadayken, ana muhalefet partisini konu etmek ve eleştirmek, en azından “anlamsız ve yersiz” bulunmakta! Oysa, toplumun en az yarısının desteklemediği iktidar politikalarına karşı eldeki yüzde 30’ları yüzde 40’lara nasıl çıkaracakları gibi bir meselleri var; toplumun beklentileri ile bu beklentilere yanıt verecek politikalar açısından ciddi zaafları olduğu ortada; bu nedenle, eleştirel görüşlere her zamankinden fazla ihtiyaçları olduğunu düşünmek de yanlış değil.
Türkiye’de zaten kökeni, varlık koşulları, iddiaları ve politikalarıyla kapitalizme dokunmayan, sosyalizmin adını ağzına almayan bir sosyal demokrasi anlayışı var; bu anlayış üzerine, bir de, 80 sonrasının ekonomi politikaları içinde alınan darbeler gelince, artık neye benzediğini tam çıkaramadığımız bir ideolojik-siyasal duruş karşısında olduğumuz söylenebilir.  Geçen yazıda değindiğim gibi,  bu darbeler, Batı Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin de gerilemesine ve politikalarına kuşkuyla bakılmasına yol açmakta. Batı Avrupa’da artan sosyo-ekonomik sorunlar ve kitlesel protestolar da bunu gösteriyor.  Kısacası bugün savunma konumuna giren sosyal demokrasi için, küresel kapitalizm karşısında daralan politikalarına yeniden alan açmak gibi bir ihtiyaç var; bir önceki yazıda yazılanları da, buna ilişkin hatırlatmalar olarak görmek mümkün.1


CHP’nin ekonomi politikaları ve sosyal demokrasi
CHP’nin ekonomi politikalarına gelirsek, Parti Programı’na bakıldığında, hemen başlangıçta hedeflerinin, “düşük enflasyonla, hızlı büyüyen, tam istihdama yaklaşan,  çağdaş̧ çalışma koşullarına sahip, eşit rekabet ortamında gelirini adil paylasan, küresel ölçekte dinamik rekabet gücüne sahip bir ekonomi; bilgi ekonomisine dönüşen, yaşam kalitesi yükselen, sosyal barış̧ içinde dengeli kalkınan Türkiye” olduğu dile getirilmekte. Bu anlatım ve ortaya konan hedefler, liberal değil, Keynesyen ekonomi anlayışının benimsendiğini gösteriyor. Sonraki paragraflarda ise, “Cumhuriyet Halk Partisi, fırsat eşitliğine ve verimliliğe odaklı, örgütlü, kayıtlı, kurallı, adil, dünyaya açık, “sosyal piyasa ekonomisi”ne işlerlik kazandıracaktır” denilmektedir ki, herhalde bununla 1945 sonrasında Batı Avrupa ülkelerinde Keynesyen ekonomi politikaları ile sosyal refah devleti uygulamaları sonunda yaratılan sosyal piyasa ekonomisi benzeri bir yapılanma kast edilmektedir. 2
CHP’ye göre, bugün ekonomik rekabet gücünün zayıflığı ile istihdam yaratılamaması, ithalattaki yükseliş, yüksek cari açık, özel kesimin dış̧ borçları, tasarruf oranının düşüklüğü, düşük istihdam gibi birçok gösterge ekonomideki sağlıksız yapıyı ortaya koymakta. Bunlara karşı, piyasanın kurumsallaştırılması, kamunun yeniden yapılandırılması ve kamunun ekonomide tamamlayıcı bir rol üstlenmesi, uygun yatırım ortamı, tekelleşmenin önlenmesi, Türkiye’nin kaynaklarının harekete geçirilmesi gibi politikalarla Türkiye ekonomisini kalkındırmak ve “adaletli bir ekonomik yapı” kurulması- bununla, milli gelirin kişiler, bölgeler ve üretim faktörleri arasında dengeli dağılımı kast ediliyor- amaçlanmakta.  Bu çerçevede,  “stratejik makro planlama ile esnek sektörel planlama, yenilikçi ve bilgiye dayalı politikalar, kamu ve özel sektör işbirliği” gibi orta ve uzun vadeli bakış içinde özetlenen hedeflere de yer verilmekte.
Daha fazla ayrıntıya girmeden bu hedef ve stratejilerle ilgili bir değerlendirme yapılacak olursa, bu hedefler ve stratejilerin kendi başlarına bir anlamı olsa da, , bu söylem içinde küresel kapitalizmin gerçekliği ile neo-liberal politikaların egemenliğinin unutulmak/ unutturulmak istendiğini söylemek kaçınılmaz. Program ve söylemlerinde “kapitalizm”le ilgili bir dokundurma olmaması da ilginç!
Örneğin Keynesyen ekonomi politikaları artık hiç bir ülkede yürürlükte değil; olamıyor da. Neden derseniz, ulusal sınırlar içinde, ulusal ekonomiler açısından devlete talep yaratacak bir rol veren Keynesyen ekonomi, küreselleşen piyasalar karşısında aciz kalmakta. Çünkü, bir yandan neoliberalizm devleti ekonomi politikaları açısından haşat etmiş durumda, öte yandan devlet bu rolü oynasa bile küreselleşen piyasa içinde bu rol ulusal ekonomiye yatırım gücü sağlamaktan uzak kalmakta. Artan talebin ve alım gücünün, ülke içindeki yatırımları teşvik etmek yerine, yeni ithalat pencereleri açması çok daha muhtemel!
O nedenle değil midir ki, Batı Avrupa’daki sosyal demokrat partiler Keynesyen ekonomiden artık söz edemiyorlar. Üçüncü Yol’la başlayan liberalizme kayış sürüp giderken, tutarlılıklarını biraz korumak isteyenler, küresel düzeyde Keynesyen ekonomiye geçilmesinin gerekliliğini dile getirmekle yetinmekte.
Özetle, 1945-75 arasında Batı Avrupa’da sosyal demokrat partiler kendilerini ve politikalarını sosyal devlet anlayışı ve uygulamaları içinde gerçekleştirmek olanağı bulmuş olsalar ve “Keynesyen uzlaşma” olarak da adlandırılan bu dönemde kapitalizmi az çok “terbiye etmenin” koşullarını sağlamış olsalar bile, bugünkü koşullarda devlet ve siyaset kapitalizmi “disipline” edebilmekten uzak! Küresel kapitalizm, artık “disiplin” bir yana, bizim gibi ülkelerde asgari kuralları, düzenlemeleri bile kabul etmeyecek kadar güçlenmiş ve ulusal devletten bağımsızlaşmış durumda!
Kaldı ki, sanayi üretiminde girdi bağımlılığı içinde olan bir ülkeden söz ediyoruz. Örneğin ihracat açısından en övündüğümüz sektörlerde, katma değerin düşüklüğü ortada; ihraç edilen her ürünün yüzde 60 ve daha fazlasının girdi olarak ithalatla karşılandığı bilinmekte. O nedenle de, gelişmiş ekonomilere gelir aktarımı olarak devam eden bu emme-basma tulumbanın değişmesine, küresel kapitalizm ile ulusötesi şirketlerin ne diyeceği daha da merak konusu!
Kısacası, Türkiye’de rant ekonomisi veya benim deyişimle büyüyen “besleme ekonomi” sorunu önemli; ancak sorun ondan ibaret değil. Küresel kapitalizmin dayatmaları ve neoliberal politikaların egemenliği altında, gelişmekte olan bir ülke ekonomisinin hem büyümeye hem sosyal adalet sağlamaya nasıl yönlendirileceği gibi bir sorun var ki, buna cevap aranması gerekiyor. Bu cevabın arandığını gösteren bir işareti ise, ben göremiyorum.   
Bir ilginç konu da, sosyal politikalar! Medyadan izlediğim kadarıyla, CHP’nin bu seçime sosyal devlet, sosyal piyasa ekonomisi, sosyal politikalara ağırlık vererek gideceği izlenimi edinilmekte. Hayırlı bir seçim! AKP’nin “yoksulluğu yönetme politikalarını “sosyal politika” diye adlandırdığı ve iktidarı açısından bir kaldıraç gibi kullandığı düşünülecek olursa, zorunlu bir seçim de!
Ancak kendilerinin de bildiği üzere, sosyal politika, ülkede benimsenen siyasal ekonominin hem bir parçası hem de aynası konumunda. Yani bugün Türkiye’de eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma hizmetleri piyasalaşıyorsa, boşuna değil! Bunların hakka dönüşmesine liberalizm karşı; neoliberalizmin siyasal politiği de böyle gerektirmekte! Sosyal demokrat bir yaklaşım açısından ise, sosyal politikanın sosyo-ekonomik hak ve özgürlüklerin piyasa dışından kamu hizmeti olarak sağlanmasıyla anlam kazanacağı açık. O nedenle sosyal demokrat düşünce için, eğitimden sağlığa, barınma, hatta çalışma olanaklarına yeniden “hak” niteliğini kazandırmak gibi bir gereklilik var.
Ancak söylemde kabul ile uygulamada hayata geçirmek farklı! Örneğin bunların hak niteliğine kavuşmaları için devletin sosyal harcamalarını üçe-beşe katlaması bile yetmez ki, yabancı sermaye, yatırım filan beklerken, hangi vergileri arttırıp devlet bütçesinin ve kamu harcamalarının doğrultulacağı gibi netameli bir soru var karşımızda! Unutturulmak istenen bir gerçek de burada! Gönülleri ne ister bilemem ama, ne yazık ki,  “vergi politikalarını konu etmeden ne sosyal refah devleti olunur, ne de sorunlara çare olacak sosyal politikalar uygulanabilir” demek zorundayım.
Kısacası, hem neoliberalizmi kabul etmek hem sosyal demokrat olmak  zor. Belki program ve söylemler “kapitalizme” dokunmadan, liberalizmi konu etmeden kaleme alınabilir; ancak, sosyal refah devletini kapitalizme “el atmadan” hayata geçirmek mümkün değil!


Sosyal demokrasi yüzünü ne yana dönmeli?
Son olarak, bugüne kadar gerçekleşmemiş olsa da, sosyal demokrasinin ancak toplumun emek-ücretli kesimlerinin desteğini alarak büyüyeceğini unutmamak gerektiğini hatırlatmak isterim. Bugün Türkiye’de istihdamın en az yüzde 65’i ücretlilerden oluşmakta. Çoğunun işsizlikten ücrete, çalışma koşullarından iş güvencesine kadar çok konuda dertli olduğu da ortada. Ayrıca, yalnız Türkiye’de değil, birçok ülkede emekçi kesimler kapitalizmle demokrasi ve sosyal devlet aracılığıyla gerçekleşen “uzlaşmanın” artık kendilerinin işine yaramadığının farkında; isyanları bundan! Dolayısıyla hem sosyal demokrasiyi yeniden oluşturmak hem de bunları başta emekçi kesimler olmak üzere küresel kapitalizmin “narına” yananlara anlatabilmek gerekiyor. Uzun vadeli iş; uzun vadeli ama 25-30 yıldır debelenmekten  ve “ideolojisizlik” batağında  yok olmaktan iyidir. Bir önceki yazıda değindiğim gibi, sosyal demokrasi günümüz koşullarında çakıldığı yerden kurtulmak istiyorsa, “güler yüzlü neoliberalizmle” değil, fakat “güler yüzlü sosyalizm” ile yakınlaşma zamanının geldiğini gösteren çok işaret var. Bu işaretlerin, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde çok daha derin ve vahim olduğunu düşünmemekse mümkün değil.
Yani Soma’da veya Ermenek’teki maden ocaklarının vahim durumunu, iş cinayetlerine dönüşen iş kazalarını, taşeronlaşmadan medet uman şirketleri, bir telefon mesajı ile işlerine son verilenleri, tarım arazilerinin ona buna peşkeş çekilmesini, kentsel dönüşümün rant aracı olmasını, asgari ücretin sefalet ücretinden öteye gidememesini, eğitimden sağlığa piyasalaşan sosyo-ekonomik hakları, vergi adaletini unutup dolaylı vergilere yüklenilmesini ve daha birçok kaygı verici gelişmenin vebalini yalnız hükümete yükleyemeyiz! Bu vebal, öncelikle, kapitalizme ve neoliberal politikalara aittir; giderilmeleri de, sistemle ve politikalarla hesaplaşılmasını gerektirir
Burada bir paranteze ihtiyaç var: Hani, CHP’liler, anlamlı ve doğru önlem ve politikalardan söz ettiklerini düşünürlerken, kendilerini dinleyenlerin bunlarla ilgili kuşkularının devam ettiğini, olur olmaz sorularla karşılaştıklarını  görüp şaşırıyorlar ya, nedeni bu! Onlar ne söylerse söylesin, dinleyenlerde, “karşında tüm haşmetiyle küresel kapitalizm dikilmiş dururken ve onunla kapışmadan, bu politikaları nasıl hayata geçireceksin” sorusu dolaşıyor! Benden söylemesi!  
Tabii ideolojik anlamda ne yol izleyeceklerini bilemem. Ancak, güzel söylemlerle fikir jimnastiği yapmanın hem Türkiye hem de dünya açısından zamanının geçtiğinin farkındadırlar diye düşünmek istiyorum. Sosyal demokrat olmak iddialarını koruyacaklarsa, umutlarını yitirmiş kitlelere yönelik hem siyasal hem sosyo-ekonomik anlamda dönüştürücü politika ve stratejilere sahip çıkmak gerekiyor. Kuşkusuz Kürt sorununda takınacakları eşitlik, özgürlük ve demokrasiden yana politikalar da bunların arasında; ancak bunun da ötesinde, o coğrafyada yaşayanların sosyo-ekonomik koşullarının iyileştirilmesi de var; yani bölgesel eşitsizliğin giderilmesi de gerekmekte. Bu durumda ise, sistemle kavga kaçınılmaz! Yok, bu yaklaşım ve politikalar “bizi aşar” diye düşünülürse, sosyal demokrasiyi bir kenara bırakıp “merkez” bir parti olmak ve “orta yolcu” bir politika izlemek de mümkün. Kim bilir, belki onların boş bıraktığı alanı da, 21. yüzyılda sosyal demokrasinin nasıl olabileceğini gerçekten dert edinen siyasetçiler doldurur.


Not: Bu yazı, 07.12.2014 tarihinde yayımlanan “Neoliberalizm karşısında sesini, politikasını yitiren sosyal demokrasi!” başlıklı yazının devamı niteliğindedir. Söz konusu ilk yazının linki: https://www.birgun.net/news/view/neoliberalizm-karsisinda-sesini-politikasini-yitiren-sosyal-demokrasi/9907

1) Kuşkusuz sosyalist düşünceden yana toplumsal hareketler ve siyasal oluşumlar, küresel kapitalizmin ve neoliberal politikaların eleştirisi açısından çok şey söylüyorlar; dikkate alınmaları gereği de ortada. Ancak burada tartışılan sosyal demokrasi!  Ve sosyal demokrat düşünceye eleştirel baksak da, yerli yerine oturtmak gerektiğini de bir yana koyamayız .
2)  Bu konuda daha ayrıntılı bilgi isteyenler için bkz. Avrupa Toplum Modeli; Meryem Koray, İmge yayınları, 2005.