Bu laf çok kullanıldı; ben de kullandım, başkaları da… Ne var ki, her defasında yeniden yazdık, konuştuk; söyleyeceklerimiz bitmedi. Nasıl bitsin!... Gün geçmiyor ki, can yakan, yürek hoplatan yeni bir haber almayalım... Her seferinde, yine can havliyle kâğıda, kaleme sarılıyor, nöbete, yürüyüşe, toplantıya koşuyoruz...

Geçen yazıda da değinmiştim; bombardıman altında gibiyiz; kaygı verici bir gelişmeyi doğru dürüst tartışmadan yenisiyle karşılaşılmakta. Bombardımanın kasıtlı olduğu da belli; en büyük amacı da, çaresizlik ve bunalım duygusunu büyütmek...

Ancak, en büyük başarıları, bombardıman aynı yerden yapılırken, patlamaların farklı yerlerde olması nedeniyle dikkatin dağılması...

Bu nedenle çok kişi ve kesim ayakta ama herkes önce kendi ateşi için doğruluyor... Kimi, kişi dokunulmazlığı ile düşünce ve basın özgürlüğünün lime lime edildiğini görüp ayaklanmakta... Kimi , siyasetin sultanlığa kaydığını görüp anayasaydı, özgürlüktü, hukuk devletiydi, yargı bağımsızlığıydı diye toplantıdan toplantıya koşmakta... Kimi, hak, hukuk, adalet diye meydanlara dolmakta... Kimi, evini, deresini, ağacını, zeytinini korumak için nöbete durmakta... Kimi, din dersiydi, cihattı, evrimdi, müftülere nikâhtı derken laikliğin suyunun çıkarıldığını görüp alarm zilleri çalmakta...

Bu dağınıklık da, hem yeni salvolar için uygun bir ortam yaratmakta hem şu veya buradaki ateşi konuşmayı bırakıp, hep birlikte bombardımanın kaynağına yönelmeyi engellemekte.

Aslında, yıllardır durum bu! Ve, hâlâ sözün gücüne inanlar var ki sorunlardan biri de burada!

Oysa, üzerimize düşen bombaların ve yol açtığı hasarın hangi büyük resmin parçaları olduğunu görmemek mümkün değil. Bunlarla tek tek uğraşmak yerine, bütüne yönelmek gereği de ortada. Yani, hem sorunlara kendi penceresinden bakmaktan hem sözden, söylemden medet ummaktan kurtulmak gerekiyor.

O nedenledir ki, birçok kez yazdığım gibi, yapılanlar ve takınılan pervasızlık bu kadar ortadayken bunları evirip çevirerek konuşmanın fazla anlamı olduğunu düşünemiyorum. Asıl mesele, bu gidişattan kaygılananların, “ne yapmalıyız; nasıl yapmalıyız” üzerine odaklanmaları... Erdoğan veya AKP değil de, CHP veya toplumsal muhalefet üzerinde durmamın nedeni de burada...

Örneğin CHP, başarılı bir “Adalet Yürüyüşü” gerçekleştirmiş olmasına karşın, hâlâ gerisini getirememekte. Oysa Kılıçdaroğlu’nun peşinden yürüyenler, yalnız soyut anlamda “hak, hukuk, adalet” diye bağırmak için yollara düşmediler. Bu sembolik eylemin, şu veya bu biçimler alarak sürdürüleceği beklentisiyle yürüdüler ve soyut adalet isteminin somut bir hedefle bütünleşeceği gibi bir umutları da vardı. Bu somut hedef şu veya bu olabilirdi ama hem umudun ve hareketliliğin sürdürülmesinin hem bu gidişatta bir değişiklik sağlanmasının ancak böyle mümkün olacağının farkındaydılar.

Kılıçdaroğlu ve CHP, bunları bilmiyor değil kuşkusuz. Ancak bilseler de, reel politikaya, klasik siyaset anlayışına, ya da bir takım korkulara bağlı olarak eyleme geçmekten uzak kalmaktalar. Kusura bakmasınlar ama söylemek zorundayım; geçmişte, parti anlayışı ve politikaları ya da seçim stratejilerinde nasıl yanlış yapmışlarsa, bugün de yanlış yapmaktalar! Ve bugünkü darboğazda nasıl geçmişteki yanlışlarının payı varsa, önümüzün daha kararmasında da kendilerine düşen bir pay olacağını bilmeleri gerek!...

Bugüne gelinmesinde HDP’nin de payı var. Daha bir kaç yıl önce yükselen, güçlenen, umut veren bir parti konumundaydılar. Ancak, ne Türkiyelileşme iddiasının hakkını verdiler; ne de terörle kendi aralarında bir mesafe koymayı başarabildiler. Oysa, yalnız siyasette varoluşları ve ve güçlenmeleri değil, Kürt sorununda olumlu bir rol oynamaları da buna bağlıydı. Örneğin kentlerin ele geçirilmesi gibi aşırı bir iddiayla başlayan, “hendeklerle” sürdürülen kalkışmanın, en başta orada yaşayan insanlara zarar vereceği gibi, kendilerinin de siyaseten zayıflamalarına yol açacağını bilmek durumundaydılar. Ancak, karşı bir duruş geliştirmediler; geliştiremediler. Olan da Kürtlere, hakları, yaşamları, siyasetlerine oldu!...

Şimdi “Vicdan ve Adalet” nöbeti başlattılar; iyi de yapmışlar. Buna gerçekten ihtiyacımız var. Ancak, bu nöbete bazı yazarlar gibi güzellemeler düzmeden önce, HDP’ye, bu çağrıya kitlesel bir desteğin nasıl sağlanabileceği gibi bir soru sormak isterim.

Örneğin Sırrı Süreyya Önder, bugün” CHP ile kenetlenmekten daha acil bir şey olamaz” demiş. İyi de, yıllar önce buna işaret edenleri duymazlıktan gelir, hatta seçimlerde AKP’den çok CHP’ye yüklenirken aklınız neredeydi? Bunu , o günlerde görebilseydiniz bugün farklı bir yerde olmaz mıydık? Üstelik bugün de, kenetlenme bir yana, bir güç ittifakına gidilebilmesi için bile CHP tabanının kazanılmasına ihtiyaç var ki, hem geçmişe dair günah çıkarma hem de bugün farklı bir noktada olduğunun net olarak ortaya konulması üzerine düşünmeyi gerektirmekte.

Kısacası, CHP gibi HDP’nin de yanlışları çok; ancak, Türkiye’nin bu badireden kurtulması için CHP gibi güçlü bir HDP’ye de ihtiyaç var. Yanlışlarını görüp, bulundukları konumu yeniden anlamlandırmaları ise, yalnız kendileri için değil, Türkiye için de önemli. O nedenle, acı da olsa söylemek durumundayız.

Laiklik konusunda kaygılanan toplumsal kesimler de, öncelikle, laikliğe indirilen darbelerin kaynağının yalnız AKP değil, AKP’nin temsil ettiği Siyasal İslam olduğunu görmek durumundalar. Örneğin kadınlar, kadın hareketi, şu müftülere verilen nikâh yetkisi nedeniyle allak bullak oldular! Yazan, konuşan gırla!... Oysa, Siyasal İslam varsa, bu, din toplumun her alanında olacak demektir! Bakın Nihal Bengisu Karaca, “Buz gibi İslamofobi” başlıklı yazısında ne diyor: “evlilik kurumunun kökeninin, bütün dinlerde ve kültürlerde din” olduğu bilinirken, bu konuda anlamsız bir “yaygara” çıkarılmaktaymış! Yani, bizimkileri “İslamofobi” sarmış!

Kısacası, “din bu” diyerek ağızlarının iyice bağlanmasına az kaldı!... O nedenle, şuna veya buna karşı çıkmakla yetinmeyip, arkadaki resmin değişmesi için ne yapılabileceğini düşünmek gerekmekte.

Sonuç olarak, bölük pörçük karşı çıkışları ve mücadeleleri bir yana koyup güçleri birleştirmeye ihtiyaç var; ancak bunun için İsrafil’in Borusu gibi duyuldu mu uyandıracak, manyetik bir çekim merkezi gibi yanına çağıracak seslenişlere ihtiyaç olduğuna kuşku yok! ARANIYOR!...