Trump’ın ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıklamasının ardından İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Erdoğan’ın çağrısıyla İstanbul’da olağanüstü toplandı. Havuz medyası Erdoğan’ı İslam dünyasının lideri, İstanbul’u da hilafetin başkenti ilan etti etmesine ama mevzu Türkiye’nin İİT’nin dönem başkanlığını üstlenmiş olmasıyla ilgiliydi, çağrıyı kaçınılmaz olarak Türkiye yapacaktı yani. Dolayısıyla ortada liderlik, kendiliğinden inisiyatif alma falan yoktu, zaten katılım da son derece düşük profilli oldu, çoğu ülke bakanlarını dahi toplantıya göndermedi.

Toplantının sonuç bildirgesinden “Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak tanıma kararı” çıktı, daha doğrusu Türkiye kamuoyuna böyle söylendi. Oysa Yalçın Doğan’ın 18 Aralık’taki köşe yazısında belirttiği üzere Türkçe metinle İngilizce metin arasında fark vardı. Türkçe metinde “Başkenti Doğu Kudüs olan Filistin Devleti’ni tanıdığımızı teyit ederken, tüm dünyayı Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin işgal altındaki başkenti olarak tanımaya davet ediyoruz” denilirken, İngilizce metinde “Filistin Devleti’ni tanıdığımızı teyit ederken, bütün dünyayı Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin işgal altındaki başkenti olarak tanımaya davet ediyoruz” cümlesi yer alıyordu.

Ortada ABD’ye ya da İsrail’e yönelik somut bir adım atma kararı olmadığı gibi, zirveden ortak bir Kudüs’ü tanıma kararı bile çıkmamıştı yani. Ayrıca Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğunun söylenmesi hiç de ABD ve İsrail’in tekerine çomak sokmak anlamına gelmiyordu; çünkü bu, Batı Kudüs’ün İsrail’e ait olduğunun kabulü anlamına geliyordu. Zaten Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da ABD’yi fazla kızdırmamak istediklerini ispatlar nitelikte bir açıklama yaparak şöyle diyecekti: “Bu, Amerika’nın kararına bir misilleme olarak görülmemeli. Zaten birçok ülke, biz de dâhil, fiilen Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti olarak tanır gibi muamele ettik şu ana kadar. Bizim oradaki başkonsolosluğumuz bir büyükelçilik gibi çalışıyor. Bunun resmiyet kazanması önemli.”

Sonrasında Erdoğan Karaman’da yaptığı konuşmada Doğu Kudüs’ü başkent olarak tanıma kararının somut bir karşılığı olmadığını, büyükelçiliği Doğu Kudüs’e taşımayı, tıpkı Gazze ziyareti gibi belirsiz bir geleceğe erteleyerek gösterdi. Erdoğan konuşmasında şöyle diyordu: “Biz Filistin’in başkenti olarak Kudüs’ü çoktan ilan ettik. Kudüs şu anda işgal altında olduğu için oraya gidip Büyükelçiliğimizi açamıyoruz. Ama bizim Başkonsolosluğumuz bile Büyükelçi ile temsil ediliyor, Fiili olarak biz bu işi yapmışız İnşallah o günler de yakın ve Büyükelçiliğimizi hayırlısıyla orada açacağız.”

Başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olmak üzere petrol şeyhlikleriyle arada ciddi birtakım gerilimlerin olduğu biliniyordu, Kudüs meselesi ise bunun tuzu biberi oldu. BAE Dışişleri Bakanı Abdullah Bin Zayed sosyal medyada 1. Dünya Savaşı’na gönderme yaparak, Medine’yi İngilizlere karşı savunan Fahrettin Paşa’yı hırsızlıkla itham etti ve “Erdoğan’ın dedelerinin Araplarla ilişkileri buydu” dedi. Erdoğan’ın buna verdiği yanıt, tarihten daha önce hiç sahiplenmedikleri bir figürü, Fahrettin Paşa’yı çekip çıkarmak ve kahraman ilan etmek oldu. Oysa Fahrettin Paşa Medine’yi İstanbul hükümetinin imzaladığı Mondros Mütarekesi’ne rağmen ve üstelik İslamcıların “Atatürk’ü Samsun’a o gönderdi” dedikleri Vahdettin’in baskılarına karşı koyarak savunmuştu. Dahası, Erdoğan henüz altı ay önce “Araplar Türkleri arkadan vurdu” söylemine karşı çıkarken, birden aynı söylemi benimsiyor ve Zayed’e “Benim ceddim Medine’yi savunurken senin dedelerin ne yapıyordu?” sorusunu yöneltiyordu.

Nihayetinde Kudüs ve Filistin konusundaki daha önceki kararları bilinen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na, olumlu sonuç çıkmasına garanti gözüyle bakıldığı için bir tasarı sunuldu ve beklendiği üzere Genel Kurul’dan, dünya ülkelerinin Kudüs’ün İsrail’in başkenti ilan edilmesine karşı takındıkları tavrı tasdik eden bir karar çıktı. Bu ise elbette ki iç kamuoyuna diplomatik bir zafer, uluslararası bir başarı olarak sunuldu. Oysa herhangi bir ülke de benzer bir tasarı sunsa, herhangi bir özel çaba harcamadan benzer bir kararı Genel Kurul’dan çıkartabilirdi, çünkü dediğimiz gibi dünyanın meseleye bakışı belliydi. Tüm bu –mış gibi yapma siyasetinin gerisinde ne vardı peki? Elbette ki dışarıda yaşanan izole olma halinden ve içerideki tabanı tahkim etme konusunda yaşanan sıkıntıdan kaçış arzusu. Kudüs, tam da ABD’de İran ambargosunu delme davasının görüldüğü günlerde, uluslararası arenada yeniden aktif ve meşru bir şekilde yer almanın manivelası olarak kullanıldı. İçeride ise hem ABD’yle savaş algısı güçlendirildi hem de Suriye siyasetinin iflası sonrası boşa düşen İslam dünyasının liderliği iddiası yeniden sahiplenildi. İçte ve dışta yaşanan sıkışma nedeniyle neredeyse Atatürkçü olunuyordu ki Kudüs imdada yetişti de -en azından bir süreliğine- buna gerek kalmadı!