İyi ki bir distopyada yaşamıyoruz. Çünkü eğer öyle olsaydı, geçim sıkıntısından intihar eden bir kişinin adının tüm kayıtlardan silinmesi, hiç yaşamamış gibi yapılması, intiharı hakkında çıkan tüm haberlerin arşivlerden yok edilmesi ve nihayetinde yetkililerin açıklamalarında ve medyada çıkan haberlerde böyle bir kişi hiç yaşamadığı için aslında intihar etmediğinin söylenmesi gibi bir kâbusa tanıklık edebilirdik.

Neyse ki bir distopyada yaşamıyoruz da, tüm bunlar yerine valisi, savcısı, yandaş yazarı, sosyal medya trolü hep birlikte günlerdir bizi ortada geçim sıkıntısından, işsizlikten, “çocuğuna pantolon alamamaktan” kaynaklı bir intihar bulunmadığına, meselenin “psikolojik” olduğuna, bu intihar üzerinden hükümete yönelik bir komplo yapılmaya çalışıldığına ikna etmeye çalışıyor büyük bir azimle.

Yetmiyormuş gibi, intihar eden kişinin gariban eşine, kocasının ölümünün üzerinden daha dört gün geçmişken olaya dair yapılan haberleri okumuşçasına açıklama yaptırıp “Büyük bir geçim sıkıntımız yoktu, eşim işsiz değildi, çocuğuma o pantolonu almıştık, medyada çıkan haberler gerçeği yansıtmıyor” dedirtiyorlar. “Söyleme mecburiyeti” burada da bir kez daha devreye giriyor yani.

Ve yetmiyormuş gibi haberi yapan gazeteciyi gözaltına alıyor, “adli kontrol şartıyla” mahkemeye sevk ediyorlar ve sonra da serbest bırakıyorlar. Maksat bu tür haberleri yapacak gazeteciler bir kez daha düşünsün, maksat herkes kendini “adli kontrol” altında hissetsin ve ona göre davransın. “Söyleme mecburiyeti” ile “suskunluk mecburiyeti” birlikte ilerliyor yani, birine diğeri eşlik ediyor bir zaruret olarak.

•••

“Sabahleyin Zorba’ya köye kadar arkadaşlık ettim. Yolda linyitin işlenmesi konusunda uzun uzun konuştuk. İnişte Zorba bir taşa çarptı, taş aşağılara yuvarlandı gitti. Zorba, hayatında bu kadar hayranlık verici bir görüntüyü ilk kez görüyormuş gibi şaşkınlıkla durdu; dönüp bana baktı, gözlerinde çok hafif bir korku sezdim. Sonunda bana ‘Sen hiç dikkat ettin mi patron’ dedi, ‘Taşlar varlıklarına inişte sahip oluyor.”

Bu cümleler ünlü Yunan yazar Nikos Kazancakis’in başyapıt olarak kabul edilen “Zorba” adlı romanından. “Taşlar” diyor romanın başkarakteri Aleksi Zorba, “Varlıklarına inişte sahip oluyor.” Bu cümleyi işçilere, emekçilere, yoksullara uyarlayalım: “İşçiler, emekçiler, yoksullar, ancak harekete, eyleme geçtiklerinde varlıklarına sahip hale geliyorlar, görünür oluyorlar, varlıkları ancak böyle zamanlarda fark ediliyor.”

Geçim sıkıntısı nedeniyle intihar eden babalardan, işsizlikten kendini yakan insanlardan, yevmiyesi ödenmediği için çalıştığı dükkânı yakan delikanlıdan, yatakhanedeki tahtakurusuna, servise balık istifi binmeye, can güvenliğinden yoksun bir şekilde çalışmaya itiraz eden havalimanı işçisinden, ancak bunları yaptıklarında haberdar oluyor toplum, varlıklarının farkına ancak böyle varabiliyor.

Ve elbette aynı durum işçiler, emekçiler, yoksullar için de geçerli. Ancak o eylem anında, o kırılma noktasında, o istisna durumunda, o gözü kararmışlık halinde kendi varlıklarının, yoksulluk ve sefaletle bezeli varoluşlarının farkına varıyorlar, mevcut duruma ve kendi varoluş koşullarına yönelik itiraz, -intihar ve kendini yakma örneklerinde ölümle sonuçlansa bile- varoluşunun, bu dünyada bulunduğunun bütün keskinliğiyle farkına varmak anlamına geliyor. Zorba’nın dediği gibi “Taşlar varlıklarına inişte sahip oluyor.”

•••

Krizin varlığını doğrudan gündelik hayat üzerinde ve doğal olarak önce en alttakiler üzerinde hissettirmesiyle birlikte, alt sınıflarda bir kıpırdanma yaşandı. Üstelik öyle çok da örgütlü, kolektif, politik ve kalabalıklardan beslenen bir kıpırdanma değildi bu. Buna rağmen, bu kadarı bile paradigmayı şöyle bir sarsmaya yetti.

Vesayete karşı demokrasi, merkeze karşı çevre, elitlere karşı halk, Batıcılara karşı dindarlar, dış güçlere ve işbirlikçilerine karşı yerli ve milli olanlar… Tüm bu yapay ve sahte ikilikler üzerine kurulmuş paradigmada ve bundan beslenen statükoda, “durumu değiştirecek sahici bir olay”ın ortaya çıkması ihtimalinden, “hakiki bir çelişki”nin siyasete damgasını vurması ihtimalinden korkuyorlar. Havalimanı işçilerinin tutuklanması da bundan, geçim sıkıntısından kimsenin intihar etmeyeceğine ikna edilmeye çalışılmamız da. Haber yapan gazetecinin gözaltına alınması da bundan, yandaş sendikalara “Hükümete yönelik komplo yapılıyor” açıklaması yaptırılması da.

Yıllar önce TEKEL direnişi esnasında yapılan bir mitingde, kürsünün en önünde başı örtülü ve elinde bayrak olan bir kadın işçi görmüştüm, “İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız” diye slogan atıyordu. O an bütün yapay ve sahte çelişkiler o işçi tarafından askıya alınmış, işçi kendi varoluşunun hakikatine varırken, asıl çelişkiyi, emek-sermaye çelişkisini de görünür kılmıştı. İhtiyacımız olan şey tam olarak budur: Kendi varlığının farkına varanların, hakikatin hükmünü toplumun varoluşuna dayatmaları, bizi hakikatle buluşturmaları.