Artık satılan kurumların ürün stokları, nakit varlıkları, satış öncesi iyileştirme yatırımları, kıdem tazminatı yükünün hepsini satış öncesi devlet karşılamaya başladı.

“Tüm iktidar sermayeye!”

1980 sonrasında dünya ekonomisinin küreselleşme sürecine girdiği dönemin sermaye birikim modeli olan post Fordist modelden kaynaklanan dört kalkınma paradigması vardır. Bunlar Washington Uzlaşması, Post Washington Uzlaşması, Pekin Uzlaşması ve Mumbai Uzlaşması. İlk ikisi IMF ve Dünya Bankası patentli uzlaşmalar. Türkiye tercihini birbirinin devamı niteliğinde olan Washington ve Post Washington’dan yana kullanıyor. Bu devamlılık içeren iki uzlaşmadan Post Washington olanı “Genişletilmiş Washington Uzlaşması” olarak da adlandırılır. Her ikisi de neoliberal politikaları esas alıyor ve dayatıyor.

Bu uzlaşmalarda uzlaşanalar IMF ile Dünya Bankası, dayatma dediğimizse bedava olmuyor, koşullu borçlarla oluyor. Şöyle yani “Şunları yaparsan sana şu kredileri veririm, senden isteğim dünya ekonomisine benim istediğim şekilde eklemlenmen.” Türkiye’de bu süreç ise 24 Ocak Kararları ile başlıyor. Ardından 90’lı yılların ikinci yarısına kadar bu süreç devam ediyor. Hedef ise bütçeyi küçültmek; enerji, sağlık, eğitim ve kamu hizmetlerini ticarileştirmek ve daha sonra da zaman içerisinde bu alanlara özel sermaye açmak. Bunun dışında bir başka hedef ise piyasayı düzenleyen, çeşitli mücadeleler sonucu ülkenin hukuk sistemine taşınmış regülasyonların tasfiyesi. Buna kuralsızlaştırma deniyor. Örneğin, taban ve tavan fiyatlarının zamanla kaldırılması. Bir diğer hedef ise Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) özelleştirilmesi. Bu Washington Uzlaşması’nın üç tane temel politika aracı. Türkiye’de 24 Ocak Kararları ile daha çok serbest piyasaya yönelik eylemler öne çıktı. Mesela devletin müdahalesinin azaltılması, çiftçiyi koruyan desteklerin kaldırılması gibi. Özelleştirme bu programın ana öğesi değildi. Washington Uzlaşması dediğimiz bu dayatmanın çevre ülkelerdeki uygulama sonuçlarına bakıldığı zaman ülkeden ülkeye bu hedeflerin sıralaması değişebiliyor. Nitekim Türkiye’de de özelleştirme hemen 24 Ocak Kararları ile başlamadı.

İşgücü piyasalarında ise esnekleştirme gibi etkenler sonraki süreçte yürürlüğe girdi. Bunun ön hazırlıkları 24 Ocak Kararları’nın ardından gelen sıkıyönetim süreci geldi. Yani 24 Ocak Kararları’nın siyasi anlamda rahat uygulanabilmesi için askeri darbe kaçınılmaz oldu. Bunun laboratuvar denemesi ise 11 Eylül 1973 Darbesi’yle Şili’de yapılmıştı. Şili’de ortaya çıkan şey ise neoliberal politikaların otoriter bir rejimde uygulanabildiğiydi. Ama Türkiye’de ise demokratik bir rejim içerisinde bu neoliberal politikaları uygulamaya koydular. Kısa bir süre sonra anlaşıldı ki bu mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla 24 Ocak Kararları’nın siyasi açıdan kolay yürütülebilmesi için 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi bunun tamamlayıcısı oldu. Böylece Şili deneyiminde görülen benzer sonuçlar Türkiye’de de görülmeye başladı. Şili’de direkt başlayan bizde ise piyasalarda liberalleştirmeye çalışarak başladı bu süreç. Uygulanamadığı görülünce de askeri darbeyle güvence altına alındı.

Bu sürecin ideolojik alt yapısı ise Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarıyla birlikte somutlaştı. Özelleştirme ise bu yapısal uyum programlarının bir öğesi haline geldi. Turgut Özal’ın başkanlığındaki Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı da bunları benimsedi. 24 Ocak Kararları’nın iktisadi açıdan mimarı olan Turgut Özal, iktidarın da başı olarak bu politikalara kolaylıkla uyum sağladı. Özelleştirme politikaları da böylelikle benimsenmiş oldu. Her ülkede farklılık gösteren özelleştirme süreci de böylelikle yakalanmış oldu. Bununla ilgili Dünya Bankası, Türk sisteminin nasıl sorunları olduğuna ve özelleştirme gereksinimine dair raporlar yayımladı. Verimli değil, etkin değil gibi bir takım verilerin çarpıtılmasıyla ideolojik alt yapılarına adeta meşruluk kazandırdılar. 1985-1986 yılında özelleştirme süreci böylelikle başlamış oldu. AKP iktidara gelinceye kadar aşağı yukarı 8,2 milyar dolarlık bir özelleştirme geliri elde ediliyor. ANAP ideolojik olarak buna fazlasıyla hazır. Dünya Bankası raporlarıyla da Özal’ın görüşleri örtüşüyor. Bu özelleştirmelerin AKP’ye kadar hız kazanamamasının sebebiyse özelleştirmelerin hukuki altyapısının hazırlanmamış olması. Bir diğer sebepse işçi sınıfının örgütlü yapısı siyasal ve sendikal anlamda o dönemlerde çok ciddi şekilde direndi. Harb-İş ve Petrol-İş önderliğinde Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi kuruldu. Mümtaz Soysal başkanlığında epey mücadele edildi, pek çok şey Danıştay’dan geri döndü. Kısacası hukuki alt yapı oluşturulamaması ve direniş bu özelleştirme faaliyetleri sekteye uğrattı.

Ardından ise AKP iktidara geldi. AKP ile hukuki olanaklar daha da arttı. Anayasal rahatlamalar yaşandı. AKP ile hukuki alt yapı oluşturuldu ve özelleştirmelerin önü açıldı. 2004-2009 döneminde aşağı yukarı 30,4 milyar dolarlık bir özelleştirme yapıldı. Günümüze kadar ise 70 milyarı aştı. Bunun 50 milyar küsur kısmıysa bütçeye aktarıldı.

tum-iktidar-sermayeye-993594-1.
Süleyman Demirel, 1979 yılında Başbakanlık Müsteşarlığı’nda göreve getirdiği Turgut Özal'a program hazırlama vazifesi vermiş,
neticesinde 24 Ocak Kararları hazırlanmıştı.



Nereye varılmak isteniyor?

Kamunun bir alanda çekilmesiyle özel sektöre bir birikim aktarımı oluyor. Hazıra konma, mirasın üzerine oturma gibi. Oğuz Oyan buna primitif sermaye birikimi demişti. Geçmiş servetlerin el değiştirmesiyle, devletten özel sektöre geçmesi söz konusu, bu Washington Uzlaşması’nın ruhuna da uygun. Kamunun ekonomideki payı böylelikle küçülmüş oluyor. KİT’lerin özelleştirilmesi, bütçenin küçültülmesi, kamunun ekonomide aktif rol oynadığı alanlardan geri çekilmesi olarak özetlenebilir. Bu alanlardan kamu geri çekilirken bu alanları özel sektöre bırakıyor. Sermaye birikimine bir alan açıyor. İlk varılmak istenen şey bu.

Bir başka şey ise bu özelleştirme gelirlerinin ciddi bir kısmı da bütçeye gelir olarak gidiyor. Bu özelleştirme gelirleri bütçeye gelmeseydi kamu hizmetleri üretimi vergilerle finanse edildiğinden sermayenin bu çarkı döndürmesi için yeni yükler aranacaktı veya bu yükü sermayenin üstlenmesi lazımdı. Çünkü bu kesimlerin dolaylı vergileri zaten fazla, ama sermayeden alacağı vergileri özelleştirme gelirleriyle bütçeye katılıyor. Aslında yapılan sermayenin vergi yükünü düşürmek. Yani sermayeye bir yandan servet transferini kolaylaştırıyorsun, diğer yandansa vergi yükünü azaltıyorsun.

Özelleştirme kapsamına alınmakla birlikte henüz satılmamış işletmelere güzelleştirme yatırımları yapılıyor. Sermaye bunları cazip bulsun da alsınlar diye uğraşıyorlar. Mesela BOTAŞ, TEDAŞ, EÜAŞ, TEİAŞ, TCDD gibi. Cumhurbaşkanlığı’nın yayımladığı yatırım programları var, burada yatırım, proje stokları var. Bu özelleştirme kapsamına alınan yerler hemen alıcı bulsunlar diye ciddi boyutlarda yatırımlar yapılıyor. Özelleştirilecek kurumların yatırımlarını bile devlet üstleniyor. Yatırım programına bakılacak olursa bunlar açık açık anlatılıyor. Özelleştirme gelirinin bir kısmı bütçeye aktarılıyor, ama geri kalanıysa borç ve sermaye aktarımı olarak özelleştirme programındaki kuruluşlara aktarılıyor. Bir kısmına borç veriliyor, bir kısmınaysa sermaye veriliyor yani. Bunlar KİT’se normalde borcu Hazine verecekti. Böylece borç vererek Hazine üzerindeki yük azaltılıyor, sermaye olarak vererek de alıcılara ciddi anlamda kaynak transferi yapmış olunuyor. Tekrar anlatmak gerekirse özelleştirme gelirinin büyük bir kısmı bütçeye gitti, bütçeye gidince sermayenin vergi yükü azaldı, bu yük oraya gitmeseydi gelir vergisi ve dolaylı vergilerle ödenecekti. Böylelikle özelleştirmelerle sermayenin vergi yükü azaldı. Sermaye sınıfının geneline yarar sağlandı. Özele gelince de bunları satın alacak kimselere de bütçenin dışında kalan parayla borç vererek ve sermaye aktararak Hazine yükünü azaltıp, alıcılara kaynak transfer etmiş oluyorsun. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de alıcılara yatırım programıyla satın alınacak kuruluşa masraf yapmasınlar diye satın alımdan evvel yatırım yapılıyor. Kısacası satılan kurumların ürün stokları, nakit varlıkları, satış öncesi iyileştirme yatırımları, kıdem tazminatı yükü hepsini satış öncesi devlet karşılıyor.

Özelleştirilen kuruluşların yöneticilerine bakılacak olursa bu kaynak transferlerini yapanların oralarda görülmesi şaşırtıcı olmaz. Kamudan bu transferleri yapanlar bir dönem sonra özelleştirilen kurumların şirketlerinde yönetici olarak görülebiliyor.

Deregülasyonlar ve yönetişim

Bu deregülasyonların Washington ve Post Washington Uzlaşması üzerinden yapılması gerekiyor. Bunları yapacak düzenleyici kurumlar kuruluyor. Rekabet Kurulu, Enerji Kurulu vb. Bunlar düzenlemeleri yapacak kurumlar. Kurumların daha az maliyetle sermayeye aktarılabilmesi için kamuda yeniden bir düzenlemeye gidiliyor. Bütünüyle sermayeden yana bir yapılanmaya gidiliyor. Bunu da sonradan türetilen yönetişim denilen bir anlayışla yapıyorlar. Bu Post Washington’la gelen bir kavram. Bu kurullara 3 koltuk belirlediler. Bu koltukların birine STK’leri her karar mekanizmasını kapsayacak şekilde yerleştirdiler, diğerine her koşulda özel sermayenin bizzat doğrudan temsilcilerini koydular ve sonuncusuna da bürokratları akredite ederek yerleştirdiler. Yani Merkez Bankası’nın başına ya da TEDAŞ’ın başına uluslararası sermayenin onay verebileceği kişiyi koydular. Bu sivil toplum kuruluşlarının uluslararası finans kaynakları yoksa bu dernekler kendi yağlarıyla kavrulamaz. Ne oluyor peki? Sermaye Tabanlı Kuruluşlara dönüşüyor. Yani oluşturulan kurullardaki koltuğun 3’ü de sermayeye verildi, sermaye için dizayn edildi. Yönetişim mode li sayesinde sermaye temelinde bir kaynak tahsisi güvence altına alındı. “Tüm iktidar sermayeye” dediler yani. Son yıllarda hazineye ait gayrimenkul satışları dışında özelleştirme gelirleri hız kesti. Bu durum özelleştirme gelirlerinin önemli bir kısmının bütçeye aktarılması ve dolayısıyla sermayenin vergi yükününün azaltılması politikasını sekteye uğratma riskini doğurdu. Bunu önlemek için büyük ölçüde sermaye kesiminin yararlandığı vergi muafiyet ve istisna tutarları ciddi bir şekilde artırıldı. Nitekim 2022 bütçesinde bu tutar 336 milyar TL olarak öngörülmüştür. Bu değer 2022 bütçe vergi gelirlerinin yüzde 26,7 ‘sine karşılık geliyor. Tüm iktidar sermayeye modeli benimsediği için bu duruma şaşmamak gerekiyor.

Bir ek olarak da kur korumalı mevduat hesaplarını önce bireyler açıyordu, sonra yasal düzenlemeyle şirketlere de bu olanak tanındı. Faiz 25 baz puan arttı yurtdışında, bizimkiler ise artırmaz. Böylelikle kur da giderek artar, yani sermayeye Hazine üzerinden ciddi bir koruma sağlanır. Bunların olabilmesi için elbette Cumhurbaşkanı tarafından bir ek bütçenin parlamentoya sunulması lazım. “Biz bunu 336 milyarın içinde vereceğiz” derse ayrı, ama bunu da yaparlarsa emeğe gelecek olan muafiyet ve istisnaların tutarı azalır. Yani 2 formül var ya ek bütçeyle bir düzenleme yapılır 336 milyar artırılır ya da 336 milyar bütçe sabit kalır ve emeğin istisna ve muafiyetini düşürür, sermayeninkini artırırsın. Bu ek bütçenin resmi adı 2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ve Bağlı Cetvellerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi. Bu teklifi sadece Cumhurbaşkanı sunabiliyor Meclis’e.

Piyasa devlet karşıtlığı yerine piyasayı tamamlayan devlet anlayışı hâkim kılınıyor. 80 öncesinde piyasa mı devlet mi kıyası varken, bugün bu ikisi birbirini tamamlayacak durumu hâkim. Piyasa dostu devlet diye bir şey uydurdular yani. Devleti küçülteceğiz, ama küçülttüğümüz bu devleti de piyasa dostu yapacağız diyorlar. Gelinen aşamada kamu hizmetleri de özel sektör anlayışıyla üretilmeye başlanıyor. Özel sektörün işletme tekniklerinin kamu hizmetine uygulanması da Post Washington Uzlaşması’yla devreye sokuluyor. Buna yeni kamu işletmeciliği modeli deniyor. Kamu hizmetini ticari esaslara/kurallara göre üreten işletme yani. Burada ucuz sağlık yok, burada herkese eğitim anlayışı yok. Burada olansa hizmetten yararlanan yurttaş değil müşteri olarak algılanıyor. Müşteri odaklı bir kamu hizmeti devreye girmiş oluyor. Yurttaş müşteri haline getiriliyor. Piyasayla uyumlu müşteri odaklı kamu hizmeti üretimi yapılıyor yani. Enerjiye erişim bir kamu hizmeti, insan hakkı olmasına rağmen ticarileşmiş oluyor, tarifler getiriliyor vb. Parayı veren düdüğü çalar özdeyişini çağrıştıran kullanan öder ilkesi piyasaya hâkim oluyor. Sonucunda kamu personel yapısıysa buna uygun hale getiriliyor. Taşeronlar, sözleşmeli personeller, salgınla birlikte evden iş yapma, online eğitim vb. ile işgücü piyasası giderek esnekleştiriliyor. Memurluk istisnai hale getiriliyor. Bu modelde üst düzey bürokratlar da CEO statüsüne dönüşüyor.

Bununla birlikte kamu özel işbirliği modeli de devreye sokuluyor. Kamu hizmetlerindeki özelleştirme uygulamalarına yönelik karşı çıkışların ve eleştirilerin yoğunlaşması üzerine bunlar arasındaki karşıtlık değil ortaklık öne çıkarılıyor. Kamu işletme modelinin bir versiyonu yani bu da. Ötekinde hizmeti kamu üretiyordu, bundaysa özel sektör şehir hastanesi, köprü, otoyol vb. yaparak sözleşme yapıyor. Yolcu garantisi, hasta garantisi, araç garantisi gibi şeyler devlet tarafından güvence altına alınıyor. Bütün bunların bir kısmı bütçeleştiriliyor. Devlet oralara kira ödüyor gibi yani. Bu aşamada koşullu yükümlülük denilen bir şey de var. İleride herhangi bir şekilde bu işletme borcunu ödeyemezse, borcunu Hazine üstleneceğinden bütçeye bir riskin doğması halinde inanılmaz bir yükü olacaktır. Bu modeli benimseyerek mali disipline uyuluyormuş izlenimi de veriliyor. Bütçeyi küçültüyorlarmış gibi gösteriyorlar yani. Devlet bu havalimanlarını, köprüleri vs. devlet yapsaydı yatırım talebi büyüyecekti ve bütçe skoru olağanüstü boyutlara çıkacaktı. IMF’nin bütçenin küçültülme dayatması gerçekleşemeyecekti. Bu tip özel sektöre yaptırılan yatırımlarla bütçede küçülme sağlıyorlar. Yani “bütçeden bir kuruş çıkmıyor” söylemleri buradan kaynaklanıyor. Oysa ileride risk doğduğunda bu gelecek yılların bütçesi üzerinde yük oluşturuyor. Bütçede bu risk tutarı dolar üzerinden belirleniyor. Risk doğduğunda dolar üzerinden ödeme yapılıyor. Risk doğmazsa sorun yok. Ulaştırma Bakanlığı bu yatırımları bütçeden yapacağız demeye başladılar, çünkü risklerde artış var bütçeye ileride yük olabilir. Dünya Bankası vs. de bu riske işaret etmişti.