Dünkü Yeni Şafak gazetesinin birinci sayfasında ve manşetin hemen üzerinde yer alan haberin başlığı aynen şöyleydi: “Münbiç’in Üçte Biri Abdülhamid’in”. Habere göre, “Tarihçi Enes Demir, PYD’ye teslim edilmeye çalışılan Münbiç’in 3’te birinin II. Abdülhamid’e ait olduğunu” söylemişti ve devlet arşivlerindeki tapular da bunu doğruluyordu.

Evet, monşerlerden kurtulup şahsiyet kazanan, “Artık eski Türkiye yok” dedirten dış politikada gelinen nokta tam da burasıydı: Musul’a dair bir gelişme mi oldu, hop arşivden Abdülhamid’in tapularını çıkartıp dünya kamuoyunun gözünün içine sokuyordunuz, Minbic’te özerklik mi ilan edildi, haydi bakalım, “Orası aslında Abdülhamid’in” manşetini atıveriyordunuz. Böylece tüm dünya da “Ha pardon, oranın sahibi varmış” deyip hemen geri adım atıyor, oradaki bütün iddialarından vazgeçiyordu.

Şaka bir yana, ortada sahiden trajikomik bir durum var. Daha birkaç ay önce, Musul Operasyonu’nun başladığı sıralarda, “hem sahada hem masada” olmaktan söz ediliyor, Lozan beğenilmiyor, Musul ve Kerkük’ü de kapsayan Misak-ı Milli haritaları, oraların bize ait olduğu iddiaları ve Abdülhamid’in tapu senetleri havada uçuşuyordu. Peki ya bugün? Bugün ise hafızası “nisyan ile malul” bir toplum olduğumuz için olsa gerek, bir Allah’ın kulu da çıkıp “Sahi bir Musul vardı, ne oldu sizin o iş?” diye sormuyor.

Zaten iktidar ve medyası da bunu bildiği için istediği gibi at oynatabiliyor, her türlü yalan pervasız bir şekilde dile getirilebiliyor. Geçerken hemen bir örnek verelim, İslamcı riyakârlığın Batı’nın ve Hollanda’nın Srebrenitsa Katliamı’ndaki rolünü tam 22 yıl sonra hatırlaması yetmiyor, bir de ölen insan sayısı 8500 civarındayken, bu katliamda 834.000 (yazıyla 834 bin) Boşnak’ın öldürüldüğü şeklindeki bir yalan gayet doğal bir şekilde söylenebiliyor.

Devam edelim, “stratejik derinlik”in mucidi başbakanın jübilesinin yapılmasının ardından yerine gelenin sıkça kurduğu bir cümle vardı: “Bundan sonra dostlarımızı artıracak, düşmanlarımızı azaltacağız.” Gelinen nokta ne oldu peki? “Bir evet uğruna” başta Hollanda ve Almanya olmak üzere tüm Avrupa ile yaşanan kavgayı, Yunanistan’la Kardak üzerinden çıkarılmak istenen krizi ya da nicedir Irak ve İran yönetimleriyle bozuk olan ilişkileri saymaya gerek dahi duymadan, sadece tek bir yere, yani Suriye’ye ve orada yaşanan gelişmelere baktığımızda dahi, gelinen noktanın neresi olduğunu görebiliyoruz.
Pazartesi günü YPG sözcüsü bir açıklama yaparak, Fırat’ın doğusundaki tek kanton olan Afrin’de Rusya’nın bir askeri üs kuracağını ve YPG’lilere eğitim vereceğini söyledi, Rusya ise bu açıklamayı “yalanlayarak” şöyle dedi: “Afrin’de askeri üs değil, Suriye’nin başka yerlerinde de kurduğumuz Ateşkes İzleme Merkezleri’nden birini kuruyoruz, amaç ÖSO ile YPG’nin çatışmasını engellemek.”

Bu diplomatik açıklamanın tercümesi ise aslında şöyleydi: Rusya askeri olarak Türkiye sınırının hemen dibindeki Afrin’e de askeri olarak yerleşiyor ve ÖSO’nun, dolayısıyla Türkiye’nin YPG güçleri ile çatışmasına izin vermeyeceğini açıklıyordu. Bu, bir yandan Fırat’ın batısının ABD, doğusunun ise Rusya’nın kontrolünde olacağına dair zımni bir anlaşmanın somutlaşması anlamına gelirken, öte yandan ise bir süredir yeni-Osmanlıcı çevrelerde dile getirilen “Madem Minbic’te önümüz kesildi, biz de Afrin’i düşürürüz” şeklindeki dâhiyane fikre verilmiş bir yanıt olma niteliği taşıyordu. Yani ABD Minbic’in merkezine yerleşir, Suriye ordusu ise Rusya’nın önerisini YPG’nin kabul etmesiyle Minbic’in batısını kontrolü altına alırken ve böylece Fırat Kalkanı Operasyonu’na “dur” denilirken, şimdi benzer bir hadise Afrin’de de yaşanıyor ve buraya yönelik yeni-Osmanlıcı hevesler de kursakta kalıyordu.

Velhasıl, kantonları birleştirmeme ve “Kürt koridoru”nu engelleme hedefiyle başlatılan Fırat Kalkanı’nın neticesi, aynı anda Rusya, ABD ve Suriye’nin kantonlarla ilgili bir mutabakata varması ve buraya yönelik Türkiye’nin herhangi bir müdahalesini engelleme olmuştu. İşin trajik yanı ise şuydu ki, bölgedeki neredeyse bütün ülkeler PYD ile diplomasi yürütürken, diplomasi yerine savaşı tercih eden tek ülke, daha iki yıl önce PYD lideri Salih Müslim’i ağırlayan Türkiye’ydi. Dolayısıyla, bölgenin lider ülkesi olma iddiasıyla çıkılan yolda varılan yer, PYD ve YPG’yle rekabet olmuş, bütün emperyal fanteziler de yerle yeksan hale gelmişti.

IŞİD’in Kobane’yi kuşattığı günlerde “Düştü düşüyor” söylemine sarılmak ve sonrasında masayı devirerek merkeze şiddeti yerleştirmek yerine, bize ait olan bir sorun olan Kürt sorununun siyasi yöntemlerle çözülmesi hedeflenseydi, belki bugün başka şeyleri konuşuyor olabilirdik. Şimdi ise sorunun giderek uluslararasılaştığı ve küresel güç mücadelelerinin parçası haline geldiği bir dönemeçte, geri döndürülmesi imkânsız bir noktadayız, meseleyi buraya getirenlerin çözümünün ne olduğunu ise görebiliyoruz: “Orası Abdülhamid’in”