Yedi Uyurlar Efsanesi, mitolojik tanrılara inanışın azaldığı, tek tanrıya inancın belirginleşmeye başladığı M.S. 2. yüzyılda geçer.

Hıristiyan oldukları için eziyet gören Yemliha, Mekseline, Mislina, Mernuş, Sazenuş, Tebernuş ve Kefeştetayuş adında yedi genç, putperestliğe dönmeyi kabul etmediklerinden Rum Hükümdar Dakyanus’un huzuruna çıkarılmışlar. Hükümdar, Putperestlik dinine bağlı kalmalarını, aksi takdirde kendilerini öldürteceğini söyleyerek onlara birkaç günlük zaman verir.

Gençler dağlara kaçmaya karar verirler. Yolda bir çobana ve köpeğine (Kıtmir) rastlarlar. Çobana durumu anlatınca, çoban onları saklanacakları bir mağaraya götürür. Bu arada gençlerin kaçtığını anlayan hükümdar, askerlerini onların peşine gönderir. Askerler, onları mağarada bulurlar. İçeriden çıkmasın ve ölsünler diye mağaranın ağzını taşla kapatırlar…

Rivayet o ki; gençler 300 yıldan fazla bu mağarada uyurlar. Uyandıklarında, acıktıklarından Yemliha’yı şehre ekmek almaya gönderirler. Şehirde, Dakyanus zamanından kalma para ile alışveriş yapmak isteyen Yemliha’dan şüphelenen halk, onu mahkemeye çıkartır. Mahkemede halini anlatan Yemliha, gerçeğin öğrenilmesi için insanları mağaranın olduğu yere getirir. Ancak, bekleyen arkadaşlarının kalabalıktan korkacağını düşünerek önce kendi mağaraya girer. Mağaranın dışındakiler uzun zaman beklerler, kimse dışarı çıkmayınca içeri girerler. Mağaranın içinde gördükleri yedi yavru kuştur. Bu nedenle burası Yedi Uyurlar Mağarası diye de anılır.

Bu öykü evrenseldir; Çin’den Hint’e, Efes’ten Maraş’a, Ürdün’den Tarsus/Mersin’e kadar 33 diyarda binlerce yıldır anlatılagelmektedir.

Farklı tarihi dönemlerde anlatılan bu öykünün tek bir meseli vardır; yeniden doğuş!.. Hangi zamanda ve hangi toplumda dile getirilirse getirilsin Yedi Uyurlar Efsanesi insanın dini, mistik ve psikolojik olarak yenilenmesini anlatır.
Bu efsane genellikle dini bir hikâye olarak anlatılsa da aynı zamanda evrensel bir özgürleşme hikâyesidir, çünkü yenilenmenin toplumsal karşılığı zulümden kaçan insanların kurtuluş hikâyesidir. Yani zorbalık karşısında kendini ve toplumu değiştiren insanların hikâyesidir…

Şöyle yorumlayabiliriz: Uyku, kurtuluşa giden sabrı simgeler… Uykunun üç asırlık olması, mücadelenin çetin ve uzun zaman alacağını dile getirir. Mağaranın ortasında uyumaları anne rahmindeki zamanı resmeder; yani doğacak yeni bir varlığı, düşünceyi işaret eder!... Mağaranın içine giren güneş ise, insanlığın her koşula karşı içindeki umuttur!...

Dünyanın farklı kültürlerinde bu efsanenin birbirinden farklı sonuçları vardır; öykünün sonunda yeni bir insan, yeni bir toplum, yeni bir çağ, yeni bir ahlak, yeni bir din, kısacası yeni bir insanlık anlayışı ortaya çıkar!...

1923’te Ortaçağ karanlığından çıkan ve uyanan Türkiye, 1980 Askeri Darbesi’nin ithal ettiği dış mihraklı siyasal İslam ile yeniden puslu bir döneme sokulmaya çalışılmaktadır. Yaklaşık 40 yıldır Türkiye’de Cumhuriyet’i, adaleti, hukuku, eşitliği, yurttaş olmayı ve özgürlüğü reddeden din motifli bir baskı rejimi oluşturma çabası sürmektedir!..

Bugün gelinen nokta; içeriden ve dışardan alınan yardımlar, baskılar altında ve emperyalizmin istediği doğrultuda şekillenen BOP hayali gerçekleşmektedir.

Yani Türkiye rejimini değiştirmiştir!...

Tek adam rejimi artık iş başındadır!.

Şimdi yapılan ise bu rejimin topluma kabul ettirilmesidir. Tüm çabalar bu yönde ilerliyor...

Siyaset artık halkın temsilcileri vasıtasıyla yapılmıyor. Dolayısıyla demokrasi, adalet, hak, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar alıştıra alıştıra yok ediliyor. Üretmeyen ancak vahşi bir emek sömürüsü ile küçük bir azınlığa hizmet eden ekonomi, adil olmayan bir düzen yaratıyor!.. Kontrol edilmiş muhalefet toplumsal taleplerin gerçekleşmesi, adil paylaşım ve yaşam adaleti için çaba göstermiyor. Demokratik ve güvenli bir yaşam için düzeni değiştirmek adına atması gereken adımları atmıyor. Dahası toplumu aciz ve umutsuz bırakan bir davranış sürdürüyor…

Toplum bu olanlar karşısında kırk yıldır uyuyor sanılabilir!... Türkiye vatandaşları 40 yıldır yapılan her türlü baskı, yolsuzluk ve adaletsizliğe sessiz kalıyor gözükebilir.

Aksine toplum siyasi önderini bulursa, bu sessizliğini büyük bir çıkışa dönüştürebileceği sinyallerini vermektedir...
Ashab-ı Kehf Efsanesi’nden biliyoruz ki; adaletin, hukukun, eşitlik ve özgürlüğün olmadığı hiçbir yönetimin ayakta kalma şansı yoktur. Üretmeyen ekonomi açlığa götürür!..

Ne kadar baskı ve korku iklimi yaratsanız da sonunda diktaya ulaşan tek adam rejimleri sonunda yıkılmaktadır…
Mersin/Tarsus bu yeniden doğuş ve özgürleşme efsanenin yaşandığı yerlerden biridir. Dünyanın hiçbir yerinde ve tarihin hiçbir döneminde vatandaşın iradesi olmadan kurtuluş olmamıştır.

Mersin’de başlattığımız “Bırakın yurttaşlarımız kararını versin!” hareketimizle Mersinlilerin doğrudan yönetime katılmasının çağrısını yapıyoruz.

Halkın doğrudan belirlediği kendi temsilcileriyle yönetildiği yerde demokrasi kültürü gelişir, hizmet dengeli ve de yaşam da adildir!..

Yönetimi belirleyen üye ve de yurttaş sorumlulukla davranır, yapıcı ve denetleyici olur... Böyle davranan bireyin saygınlığı artar.

Değişen ve tek adama bağlanan rejimin yeniden parlamenter demokratik sisteme dönebilmesi güçlü yerel iktidarlarla mümkündür!..

Yurttaşın doğrudan siyasete katılması demokrasi için tek şanstır!..

“Bırakın kentte yaşayanlar kendi adaylarını belirlesin. Yurttaşın iradesi karşısında durmayın. Atanmışlar değil seçilmişler kentlerimizi yönetsin” düşüncesi tüm yurtta ilgi çekti.

Anlaşılıyor ki; 2019 yılı, Türkiye için bir uyanış yılı olmaya yakın!..