Türkiye toplumu sol korkusuyla en az elli yıldır dinselleştiriliyor, sağcılaştırılıyor. İlla bir milat alınacaksa, kendisine “Atatürkçü” diyen generallerin yaptığı 12 Eylül Darbesi’nden beri Türk-İslam sentezi memleketin ana ideolojisi haline gelmiş durumda.

12 Eylül’ün açtığı yolda palazlandırılan tarikatlar, cemaatler, yeşil sermaye, Kuran kursları, imam-hatipler, din dersleri, toplumun dinselleştirilmesinin araçları olarak karşımızda duruyor. Örgütlü, hakkını arayan, hesap soran, yurttaşlık bilincine sahip bireyler yerine, itaatkâr, korkan, ses çıkarmayan sürüleştirilmiş kitleler yaratmak için din mükemmel bir araç olma niteliği taşıyor.

12 Eylül’ün üzerinden geçen 38 yılın son 15 yılında Türkiye’nin bu iktidar tarafından yönetiliyor olması tesadüf değil. Türkiye’de siyasal İslam “Atatürkçü” askerlere ya da “laik” sermayeye rağmen iktidar olmadı, tam da onlar istediği için, tam da onların sol düşmanlığı, işçi düşmanlığı, örgütlü toplum düşmanlığı nedeniyle açtıkları kapılardan girerek iktidar oldu. Bu nedenle “Türkiye’de İslamcılık 12 Eylül’ün özbeöz çocuğudur” demekte hiçbir sakınca bulunmuyor.
Böylesine sağcılaştırılmış, dinselleştirilmiş bir toplumda siyasal mücadelenin sağın ve dinselleşmenin argümanları üzerinden yürütülmesi de, sağın alternatifi olarak sağın sunulması da şaşırtıcı değil. Milli Görüş geleneğinden gelen iktidar partisine alternatif olarak, “öz-hakiki Milli Görüş”ün sunulması, İslamcılığın bir versiyonuna karşı başka bir versiyonunun öne çıkarılması mı dersiniz, onun iktidar ortağı MHP’ye, yine MHP içerisinden çıkmış olan İYİ Parti’nin alternatif diye sunulması mı dersiniz, sağcılaştırılmış, dinciliğin ve milliyetçiliğin damgasını vurduğu bir siyasal alanda, “alternatif” ancak bunlar olabiliyor.

Yetiyor mu peki? Hayır. Herkes endişe içerisinde ama olursa pek de şaşırmayacak bir şekilde “sosyal demokrat” ana muhalefet partisinin ikinci bir “Ekmeleddin vakası”yla toplumun karşısına çıkmasını bekliyor; çünkü ana muhalefet partisinin dinci-milliyetçi ittifakını ancak “ılımlı sağcı” bir adayla yenebileceğine inandığını herkes biliyor. Hatta ana muhalefet partisinin yönetici kadrosunun “Abdullah Gül aday olsa keşke” diye dua ettiklerini de herkes biliyor.
Siyasal alanın ve toplumun böylesi bir dinselleştirme operasyonuna maruz kalmasının çıktıları sadece bunlar değil. Örneğin kimse anayasasında laiklik yazan bir devletin başındaki kişinin dini güncellemekten bahsetmesini esastan sorgulamıyor, onun yerine tartışma usulden yürütülüyor ve “bu konu devlet başkanının işi midir” demek yerine, “güncellenme mümkün müdür değil midir” tartışması yapılıyor.

“Sosyal demokrat” ana muhalefet partisinin yöneticilerinden biri, tam da “sosyal demokrat” ana muhalefete yakışacak bir şekilde, esas soruyu, esas soruları gündeme getirmek yerine, sanki mesele buymuş gibi “ayetler güncellenemez” şeklinde bir açıklama yaparak ilahiyat tartışmasına giriyor, topu iktidarın en sevdiği alana taşıyor.

Peki, Erdoğan durup dururken bu tartışmayı neden başlatmış olabilir, ondan bundan tahrik olan fetvacılara ya da fesli tarihçilere “susun” deme ihtiyacı nereden hâsıl oldu?

Birincisi iktidarın Türkiye toplumunu dinselleştirme projesi en başından beri ağır ve derinden ilerliyor, topluma ince ince nüfuz ediyor. “Susun” denilenler ise işte bu incelikli yönteme zarar verebilecek, toplumun büyük bir kısmında tepki yaratabilecek bir nitelik taşıyorlar, o yüzden tam da iktidarın doğasına uygun bir şekilde, kör gözüm parmağına açıklamalar yapmaları istenmiyor.

İkincisi, Türkiye toplumunun en az yarısı İslamcılık çuvalına sığmıyor, örgütlü değilse de bireysel tepkiler veriyor, öfke biriktiriyor, özellikle gençlerde dinden ciddi bir uzaklaşma gözlemlenebiliyor, biraz da bunların farkındalığıyla “susun” çağrısı yapılıyor.

Ve üçüncüsü, her şeyi tekeline alan bir iktidarın, “dinselleşme projesinin esas sahibi benim, dinselleşme süreci benim çizdiğim çerçeve içerisinden, benim söylemimle ve benim yöntemlerimle devam edecek” demesinde şaşırtıcı bir yan bulunmuyor, iktidar her şeyin olduğu gibi dinin de en doğrusunu kendisi tarif etmek istiyor.

Dinselleşmiş siyasal alanda, dinci-milliyetçi ittifakın karşısına yine dinci-milliyetçi partilerin, isimlerin çıkarılması, “dinin güncellenmesi” adı altında verilen politik kavga, siyasetin söyleminin dinsel koordinatlar içerisine yerleştirilmesi…

“Türkiye’nin sağcılaştırılması” projesinin sonuçları olarak karşımızda duruyor. Ancak bunu değişmez bir veri, müdahale edilemez bir olgu gibi görmek yanlış; bilakis, sağın giderek kendi sınırlarına dayandığı Türkiye’de, toplum ciddi bir arayış içinde ve sol, bu arayışa kendi ilkeleriyle, kendi söylemleriyle, kendi pratikleriyle yanıt verebilir, tarih sola bunun fırsatını sunuyor.