Gök gürültüsü, şimşek, sel, deprem… İnsanlığın nedenini açıklayamadığı her türlü doğal hadise ve felaket en ilkel zamanlardan beri onun korkularını oluşturmuştur ve dinin kökenlerinin aranması gereken yerlerden biri de bu korkulardır. Uygarlık ilerledikçe, bilim geliştikçe, akıl düşüncenin merkezine yerleştikçe, insan etrafında gördüğü şeylerin nedenlerini açıklayabildikçe, korkularının en azından bir kısmı azalmış, doğal hadise ya da felaketlerin gerisinde doğaüstü güçleri görme eğiliminden vazgeçmeye başlamıştır. Yine de bu öyle kolay bir iş değildir, insanların hâlâ önemlice bir bölümü bir deprem ya da sel felaketiyle karşılaştıklarında bunun ilahi bir mesaj olduğuna inanırlar: Ahlaksızlık almış yürümüş, insanlık yoldan çıkmış, sapmış, Tanrı’nın buyruklarını dinlemez olmuş ve Tanrı da onları uyarmak için doğal felaketlere başvurmuştur.

Türkiye’de ne zaman şiddeti ses getirici bir deprem olsa bu söylem hiç de azımsanmayacak bir toplam tarafından devreye sokulur, depremin yeri ve zamanı üzerinden çıkarımlarda bulunulur, kendini Tanrı’nın seçkin kulu olarak görenler, günahkâr kulların Tanrı tarafından cezalandırılması fikrinden adeta erotik bir haz duyarlar, bunun üzerinden bir tür mastürbasyon yaparlar. İşte bunun son örneği pazartesi günü yaşanan ve merkez üssü Ege Denizi olan 6,2 büyüklüğündeki depremdir. Deprem, ramazan ayının yaşanmadığı, içkilerin içildiği, açık saçık giyinilen, dua etmek yerine İzmir Marşı’nın söylendiği gâvur İzmir’de olmuştur ve burada elbette ki ilahi bir mesaj vardır: Tanrı hem emirlerine uymayan İzmirlileri uyarmış hem de diğerlerine “Onlar gibi olmayın yoksa sizin de başınıza benzer şeyler gelecektir” demiştir.

Burada açıkça “zamanın ruhu”na dair bir sembolizm vardır, bu bakış açısı artık istisnai değildir, münferit değildir, marjinal bir zihniyetin yansıması değildir, belirgin ve güçlü bir toplumsal kanaate denk düşmektedir ve bunun gerisindeki mekanizmalar da açıktır: Türkiye toplumu hızlı bir şekilde dinselleştirilmektedir, İslamizasyon yukarıdan aşağıya doğru bir toplumsal mühendislik projesi olarak dayatılmaktadır.

Sadece depremin olduğu gün yaşadığımız birkaç hadiseye bakarak sözünü ettiğimiz dinselleştirme projesinin boyutlarını daha iyi görebiliriz. Gazetelere yansıyan haberlere göre, Konya’da bir okulun internet sitesinde okul müdürünün de imzasıyla “Okulumuz 2017-2018 Eğitim-Öğretim yılından itibaren kız-erkek öğrenciler ayrı sınıflarda eğitime devam edecektir” şeklinde bir duyuru yayımlanmıştır. Kamuoyu tepkisi üzerine duyuru siteden kaldırılmışsa da, velilerden gelen bilgilere göre fiili olarak zaten bu uygulamaya geçilmiş durumdadır ve okulun dağıttığı broşürlerde de “başarıyı artırmak için” kız ve erkek öğrencilerin ayrı sınıflarda okuyacağı belirtilmiştir.
Aynı gün gelen başka bir haber, imam hatip liseleriyle ilgilidir. Hoca Ahmet Yesevi Anadolu İmam Hatip Lisesi’nin hazırladığı broşürde imam hatipli olmanın avantajları sayılırken, “Askeri yüksekokullar ve polis okullarına girişte tercihen ayrıcalıklara sahip olacaklardır” denilmiştir ki, devamında yer alan “15 Temmuz gösterdi ki dinine, milletine, vatanına bağlı bireyleri hiçbir güç yıkamaz. Bu bağlamda milli ve manevi bilinçlendirmemiz olacaktır” cümlesi göz önüne alındığında böyle bir ayrıcalığın yakında tanınması şaşırtıcı olmayacaktır.

Yine aynı gün yaşanan başka bir gelişme Bursa’daki “kadınlara öncelikli vagon” uygulamasına dairdir ve asıl niyet güya tacizden, cinsel şiddetten korumak adı altında kadınların kamusal alandan uzaklaştırılmasıdır ve bunun da toplumsal yaşamın dinselleştirilmesi projesinin ve İslamcılığının ajandasının bir parçası olduğu açıktır. Tıpkı karma eğitim meselesinde olduğu gibi burada da mesele, kadınların kapatılması aracılığıyla kadın türüyle erkek türünün kamusal alandaki temasını en aza indirmektir ve bunun bütün İslamcılığın temel fantezisi, temel arzusu olduğu söylenebilir; böylece ahlaklı, namuslu, steril bir toplum söz konusu olabilecektir çünkü.
Bu noktada tekrar söyleyelim: Tüm bunlar münferit, marjinal, istisnai hadiseler değildir, “zamanın ruhu”nun, yani dinselleştirme projesinin yansıması, somutlaşmasıdır. İşte tam da bu nedenle “Türkiye’ye şeriat gelir mi” tartışması anlamsız bir tartışmadır; kimse çıkıp anayasaya “Türkiye şeriatla yönetilmektedir” yazmayacaktır ama şeriat, gündelik hayatın ve toplumsal/siyasal alanın giderek daha fazla dinsel kurallar aracılığıyla tanzim edilmesi anlamında fiilen yürürlüktedir ve yürürlükte kalmaya devam edecektir.

Bunu tespit etmek önemlidir, çünkü toplumsal mücadelenin hangi zemin üzerinde yükseleceğini bu belirleyecektir. Cübbeli mürtecilerden birinin “Kıdem tazminatı caiz değildir” açıklamasını da hatırlayarak söyleyecek olursak, artık laiklikten azade bir sınıf mücadelesi, sınıf mücadelesinden azade bir laiklik mücadelesi mümkün değildir. Ya bu ikisi birlikte inşa edilecek ya da bu devran böyle sürüp gidecektir.