Tayfun Atay “Üniversite Pazarı” başlığıyla, sınav döneminde “billboardları, televizyonları dolduran ‘gel vatandaş gel’ nev’inden renkli, albenili” özel üniversite tanıtımlarından yola çıkarak ilginç bir yazı yazmış; okumak gerek (Cumhuriyet Gazetesi, 6 ağustos 2018). Yazıda, tanıtımlarda yer alan “program paketleri” konusundaki kuşkularını hayli eğlenceli biçimde dille getirdikten sonra, “öğrenci ile alım-satım ilişkisine girmiş ’üniversite’ tabelalı ticarethaneler, öğrenciyi ‘müşteri’, öğretim üyesini de tüm iyi niyetiyle; bilime, düşünceye, eğitime inancıyla içine çekip bir ”beyaz-yakalı işçi” kılmış diploma fabrikaları” gibi nitelemelerle “üniversite pazarına” ilişkin yoğun eleştirilerin yer aldığı görülüyor.

Atay’ın yazılarını çok zaman beğeniyle okuduğum gibi, özel üniversitelerin acıklı halini dile getiren bu yazısını da beğendim. Yazıyı konu etmemin asıl nedeni ise, Atay’ın 8 ağustos tarihli, başlığını da bu yazı için ödünç aldığım sonraki yazısında yer verdiği özel üniversitedeki çalışan bir dekanın, “her alanda tıpkısının aynısı benzetimler dünyasının eğitim/bilim/üniversite dünyasına da bulaşmış olduğunu” kabul etse de, “hepsini bir kalemde silmek yerine o hastalıktan kendini korumaya çalışanları kollamak, çoğaltmak” yolundaki savunması oldu diyebilirim. Mesele bu söylenenlerden mi ibaretti?

İlk olarak, özel üniversiteler, daha fiyakalı adlarıyla vakıf üniversiteleri hakkındaki düşüncelerimin ilk kurulduğu yıllardan bu yana olumlu olmadığını söylemem gerek; zaman zaman yazdım da... Öte yandan, bugün “üniversitecikler” sokak aralarına dağılıp apartman katlarına sığıp çoğaldıkça, “üniversitelerin nereye gittiği” gibi soruları sormanın daha da anlamsızlaştığını düşünmekteyim. Ancak konu açıldığına göre, özel üniversiteler meselesine bütünlükçü bir yaklaşımla bakmak gerektiğini düşündüğümden bazı noktaları hatırlatmak istedim.

Öncelikle, sağlık ve eğitim gibi kişilerin her tür fedakarlığı yapmaya hazır oldukları iki temel ihtiyaç ve hizmeti kamu hizmeti olmaktan çıkarıp piyasa konusu yaptığınızda, bu iki alanın piyasa kurallarına göre işleyeceğini de kabul etmişsiniz demektir. Yani, hem piyasaya bırakayım hem de piyasa kuralları işlemesin demek, olmaz!.. Dolayısıyla, bu yola gidildiğinde, yalnız parası olanın eğitimi veya sağlığı “satın” alması gibi eşitsizlik ve adaletsizliğe yol açmakla kalmaz, eğitim ve sağlığın piyasa malı haline gelmesine, bu hizmeti veren kurumların ticarethaneye dönüşmesine de engel olmazsınız. Eşyanın tabiatına aykırı olur.

Dolayısıyla; konuyla ilgili tartışmanın başlangıç noktası bu konuda yapılan “siyasal seçimle” ilgilidir; konuyu konuşmak da ideolojik-siyasal duruştan bağımsız olamaz. Olur da, başka bir “mış”a yol açılır!..

Gerçi günümüz dünyasında daha birçok konuda olduğu gibi eğitim konusunda da meseleyi ilişkilerinden soyutlayıp tek başına ele alan post-modern yaklaşımları tercih eden çok... Dünyanın gerçeğinden söz etmekse, kimilerine fazla ideolojik, fazla gereksiz gelmekte! Oysa liberalizmin büyük anlatı olmanın ötesine geçip mutlaklık ve egemenlik kazandığı bir dünyada yaşamaktayız; öyle bir mutlaklaşmıştır ki, ideoloji olmaktan çıkmıştır!.. Ne var ki, eşitsizliklerin esas olduğu dünyada liberalizm mutlaklaşması, kör topallığının daha da artmasına yol açmıştır. Buna karşın, ekonomi, siyaset gibi bilim dünyası da, bir yandan bu kör topal liberalizmi merkeze alan bir dünya üretimine katkıda bulunmayı sürdürmüş, hatta, liberalizmin kör topallığına bir parça deva olan sosyal devleti bile kör eylemekten kaçınmamıştır; öte yandan kör topallıkların örtülmesi için çareyi, “mışlı” dünyalarla, “gerçek-üstü” anlatılara yönelmekte aramıştır. Gerçi günümüzde bu “mış”lı dünyalar çatırdadığını görüyoruz ama meselenin özüne inmek yerine hala yeni “mış”lar üretmeye yöneldikleri de bir gerçek.

Atay’ın böyle bir yanılgı içinde olduğunu söylemek istemiyorum. Ancak yazı ve buna gelen yanıt, konuyu bir ucundan tartışırken, meselenin indirgenmiş bir biçimde anlaşılması tehlikesini taşımakta ki, yazma nedenim burada.

Özetle, yazıda sözü edilen eğitimdeki durum (ya da rezalet), “nereden çıktı, nasıl böyle oldu” diyebileceğimiz bir durum değildir. Müşterisi çok, doyurulmamış bir alan olarak eğitim, piyasanın çoktan gözünü diktiği ve tepe tepe kullandığı bir alan olduğu gibi, küresel kapitalizmin ve neoliberal politikaların hem ürünü hem kolaylaştırıcısı konumunda çift yanlı kullanılan bir alandır. Eğitim, bir yanıyla piyasanın büyümesine yardım etmekte, öte yandan içerik ve yöntemleriyle piyasaya ve kapitalist mantığın beslenip büyümesini sağlamaktadır. Öyle ki, eğitimde fırsat eşitliği bile tevatür haline gelmiştir; şaşan da yoktur!

Özetle, üniversite pazarında piyasa mantığı ne gerektiriyorsa o yapılmaktadır. Piyasa varsa, öğrencilerinin “müşteri”, eğitim işinin “ticaret”, bu işte kar güdüsünün esas alınması da kaçınılmazdır. Bu konularda üniversiteler arasında bazı farklar olabilir; ancak, esas değişmez.

Paralı eğitimin niteliğine gelince, buna pek fazla aldırıldığı söylenemez. Zaten, yeni işler yaratmanın çok zorlaştığı günümüzde genel olarak üniversitelerin işsizliğin ertelenmesine yarayan kurumlara dönüştüğü ortada... Kaldı ki, piyasa da, siyaset de çoban ve sürü mantığıyla herkese nitelik kazandırılmak gibi bir hedef peşinde değil. İşine yarayacak, kullanışlı “aygıtlara” ihtiyacı var.

Bu nedenle, özel üniversitelerin nitelik iddialarını, büyük ölçüde “vitrin ve arkasındakiler” mantığı içinde çözdüklerini düşünmek yanlış olmaz. Bir tarafta parlak öğretim üyeleri ile parlak öğrencilerden oluşan bir “vitrin”; öte tarafta, reklamdan, uluslararası ilişkilere, burslara uzanan yöntemler (ya da yemler)!.. Asıl hedef de, para kaynağı kalabalıkları çekebilmek!..

Atay, yazdıklarına, vakıf üniversitelerinden birinde çalışıyor olması nedeniyle yöneltilen bir eleştiriden söz ediyor ki, değinmekte yarar var. Özel üniversitelerin kuruluşlarından buyana öğretim kadrolarına devlet üniversitelerinin başarılı, ismi bilinen öğretim üyelerini almak için çaba harcadıklarını gördük. Hem bir vitrine ihtiyaçları vardı hem de akademik kadrolarını başka türlü sağlayamazlardı. Bu davete icabet eden akademisyenleri her birinin farklı ve haklı nedenleri vardı kuşkusuz. Ancak nedenleri ne olursa olsun, yaptıkları seçimin kişisel olduğu kadar toplumsal sonuçları olduğunu kabul etmek gerekir. Bu seçimleriyle, bir yandan özel üniversitelerin varlık kazanmasına, öte yandan zamanla gelişen “üniversite pazarının” kurulmasına katkı sağladıkları yadsınamaz. Öte yandan, özel üniversitelerin akademik personelin yetişmesi için yatırım yapmak yerine, devlet üniversitelerinden yetişmiş akademik personel devşirmeleri, bu konuda “hazıra konmaları” gibi bir gerçeği de unutmamak gerekir.

Bunları düşününce, özel üniversitelerde çalışıp da, özel üniversitelere ve buradaki eğitime ilişkin eleştirileri dile getirmenin en azından sorunlu olduğunu söylemek durumundayım.

Son olarak, özel üniversiteler içinde nitelikli eğitim veren yok mu; kuşkusuz var!.. Ancak niteliği nereye göre ölçtüğümüz de önemli. Örneğin, içlerinde en nitelikli ve parlak olanların büyük ölçüde reel dünyanın gereksinimlerine en iyi yanıt verenler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu durumda da nitelik ölçütü, günümüz dünyasının kabulü ve buna uyum sağlamakla ilgili olmakta. Oysa niteliği, örneğin bilimin ve teknolojinin kimin elinde olduğu, kim için üretildiği gibi; teknoloji üretiminde sıradan insanın, insanlığın söz hakkının ne olduğu gibi; teknolojik gelişmelerin insan ve insan ihtiyaçları ile ilişkisi ya da yeryüzüne yaptığı etkiler gibi sorgulamalar yapmakta da arayabiliriz. Eleştirel duruştan söz ediliyorsa, bu soruların bana daha anlamlı ve nitelikli geldiğini de söylemeliyim.

Oysa, üniversitelerin giderek böylesi bir eleştirel duruşu değil bunların boşunalığının üretildiği yerler haline geldikleri görülüyor ki, ne kadar üzülsek az!.. Bu konuda genel olarak paralı eğitimin ve özel üniversitelerin payının az olmadığına da kuşku yok.