Adalet Yürüyüşü’nün hemen ardından 12 Temmuz’da bu köşede yayımlanan “Maltepe’den Nereye: Çelişkiler derinleşirken siyaset” adlı yazıda şöyle demiştik:

“9 Temmuz bir milatsa, ki öyle görünmektedir, önemli olan bu miladın nereye evriltileceğidir. Rejim çok büyük ihtimalle çubuğu giderek zora bükecek, rızayı tesis etmede giderek zorlanacak, olağanüstü hale daha sıkı sarılacaktır. Eğer ana muhalefet geri adım atarsa, 9 Temmuz rejimin despotizmde bir eşiği daha aşmasının miladı haline dönüşebilir.”

Burada bahsedilen eşik, daha önce Demirtaş’ın tutuklanması sonrası yaptığımız “Rejim bir eşiği daha aştı” tespitinden yola çıkarak, Berberoğlu’ndan sonra başka vekillerin ve Kılıçdaroğlu’nun da tutuklanma ihtimaline işaret ediyordu ki, evet tam da öyle bir konjonktüre girmiş bulunuyoruz.

Yaklaşık on gündür, Kılıçdaroğlu’na yönelik tek bir merkezden yönetildiği anlaşılan ve rejimin neredeyse bütün unsurlarının dâhil olduğu bir kampanya yürütülüyor. Kampanyayı yürütenler MİT tırlarının durdurulmasına dair belgeleri Kılıçdaroğlu’na Cemaatin ulaştırdığını, onun da bu belgeleri Cumhuriyet’te yayımlanmak üzere Berberoğlu’na verdiğini iddia ediyorlar. Bu iddiaya, Berberoğlu’nun itirafçı olmak istediği, eğer Kılıçdaroğlu gerçeği açıklamazsa her şeyi açıklayacağı, Kılıçdaroğlu’nun Almanya’daki bir dergiye Türkiye’yi şikâyet ettiği, CHP’nin Büyükada’da tutuklanan ve havuz medyasınca “ajan” olarak adlandırılan insan hakları örgütü mensuplarıyla organik bağlantısı bulunduğu iddiaları eşlik ediyor.

Ortada, neresinden bakılırsa bakılsın “tuhaf” bir durum var. Tuhaf, çünkü tam da Adalet Yürüyüşü’nün ortaya çıkardığı enerji azalmaya başlamışken, “E, şimdi ne olacak” sorusu soruluyorken, Kılıçdaroğlu bir sessizliğe gömülmüşken ve insanlar “Nereye gitti bu adam” diyorken, yürüyüşü yeniden gündeme getiren, hedef tahtasına yerleştiren, bunun üzerinden bir hesaplaşma yaşanacağını gösteren yeni bir konjonktür şekilleniyor. Üstelik bu, “Havuz medyasının her zamanki halleri” diye geçiştirilebileceğe pek benzemiyor, çünkü en tepedeki ismin de doğrudan bu mesele üzerinden Kılıçdaroğlu’nu hedef alıp tutuklanmakla tehdit ettiğini görüyoruz.

Peki tüm bunlar, bir erken seçimin ya da 2019 seçimlerine yönelik erken bir kampanyanın işaretleri mi, yani amaç basitçe dost-düşman ikiliği üzerine kurulu siyaseti derinleştirerek rejimin artık gözle görülür hale gelen ve kendilerinin de kabul ettiği “metal yorgunluğu”na karşı örgütü ve tabanı seçime giderken mobilize etmek, harekete geçirmek mi?

İşin bir boyutunun bu olduğu kesin. Erdoğan günlerdir, aynı anda iki şeyi birden yapıyor: Birincisi, parti örgütüne yönelik, “Bu bir tasfiye değil” dese de, ciddi bir tasfiye operasyonuna hazırlanıyor, yaptığı her konuşmada bunu çok açık, çok net bir şekilde, partililerin gözünün içine bakarak söylüyor, dolayısıyla önümüzdeki günlerde örgüt kadrolarında ciddi bir dönüşüme gidileceği anlaşılabiliyor. Ve ikincisi, her konuşmayı bir miting konuşmasına çeviriyor, kürsüde seçim atmosferinde büründüğü enerjik ve heyecanlı ruh haline benzer bir ruh hali sergiliyor.

Ancak meselenin bununla sınırlı olmadığı çok açık. Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü ve Maltepe Mitingi sürecinde Batı’ya seslenen, bir alternatif olarak kendisini ve CHP’yi işaret eden, partisini bir merkez sağ parti hüviyetine büründürmeyi hedefleyen icraatlarının, Akşener’le ve Saadet Partisi’yle girdiği dirsek temasının ve bunların siyasette yarattığı etkinin rejimde belli rahatsızlıklar yarattığı görülebiliyor.

Bu rahatsızlığa karşı birtakım yanıtlar üretilmesi ise rejim açısından kaçınılmaz görünüyor. Güya Batı’yla/emperyalizmle kavga ediliyormuş gibi bir görünüm verilse de -ki bunun gerçek bir boyutunun olduğu muhakkak- öte yandan yeni silah alım sözleşmeleri imzalanıyor, enerji ihaleleri Siemens’e veriliyor, Coca-Cola fabrikasının açılışı yapılıyor, Atatürk Orman Çiftliği arazisi büyükelçilik yapılsın diye ABD’ye satılıyor, yani emperyalizmle işbirliği ve pazarlık sürüyor, “Biz hâlâ buradayız” deniliyor.

Diğer bir yanıtı ise, Kılıçdaroğlu’nun doğrudan hedef tahtasına oturtulması ve tutuklanmakla tehdidi oluşturuyor, Kılıçdaroğlu ve CHP 2019’a ya da bir erken seçime gidilirken, muteber bir alternatif olmaktan çıkarılmak isteniyor. İşin ilginç tarafı ise şu, hiç kimse ama hiç kimse artık “Bu asla mümkün değil” diyemiyor, aklıselim bunun imkânsız olduğunu söylese de, artık her şeyin mümkün olduğu bir rejimde yaşadığımızı ve gidişatın nereye doğru evrileceğinin bir kişinin iki dudağının arasından çıkacak tek bir söze bağlı olduğunu herkes biliyor.

Son yılların en gözde dizilerinden Game of Thrones’da (Taht Oyunları) yaklaşmakta olanı işaret etmek için “Winter is Coming”, yani “Kış geliyor” ifadesi sıkça kullanılıyor. “Artık parlamenter demokrasi yok” sözünde, “Yeni 15 Temmuzlara hazır mıyız” sorusunda ya da “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” ifadesinin yerini “Türkiye Cumhurbaşkanı”nın almasında ipuçlarını gördüğümüz üzere, bir şeyler yaklaşıyor, cümlenin her iki anlamında da, kış geliyor. CHP yönetimi bunun farkında mı emin değilim ama bizim farkında olmamız gerekiyor.