Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Okurların sesli düşünme ve soru yöneltme özgürlüğü sınır tanımıyor! Bazen yanıtlamakta zorlandığım sorular geliyor. Yazar ve çizer dostumuz Ümit Sarıaslan’ın aşağıdaki mektubu da o türden:

“Abi selam.

‘Nerden çıktı bu?’ demeyeceğinden eminim.

Gazetelerin sürdüregittikleri onca yazım yanlışı bir yana, bir başka yazım/anlatım sorununa değinmek istiyorum. Nicedir kafama tıkılıp duruyor öyle... ‘Yaşamını yitirdi’, ‘Hayatını kaybetti’ diyorlar. Bu doğru mu?

Bir insanın bir şeyi yitirmesi için kendisinin kalması, yaşıyor olması gerekmez mi! Çantamızı, cüzdanımızı, kalemimizi... yitirebiliriz; çünkü arkada onu yitirdiğini algılayan özne (biz) durmadayız yerimizde. ‘Ölüm’le birlikte yitirilen de, yitirme eylemi de eşzamanlı yittiğine göre, böyle bir adlandırma doğru mu?

Mademki ‘öldü’ demeyi sert ve tatsız, dahası acımasız buluyoruz, ‘yitirdik’,‘ kaybettik’, ’aramızdan ayrıldı’, ‘yaşama veda etti’ vb. demek gerekmez mi?

Şimdi bunları söylerken, Montaigne Baba’nın, yattığı yerden kalkıp yanıma geleceğini ve ‘Ölüm üstüne, dilin özensiz kullanımı üstüne yazdığı o güzelim denemelere bir kez daha bakmayı denesen ya çocuk!’ diyeceğini düşünüyorum.
Düşünürün dediği gibi, biz varken ölüm, ölüm gelince biz yok isek, nasıl olur da ardımız sıra ‘cüzdanını kaybetti’ der gibi ‘yaşamını yitirdi’ diye yazılır, anlamıyorum.

Sana elin tersi ve yüzü gibi bir yazım yanlışlığı okurundan...

Sağlık ve esenlik dilekleriyle.”

Dilimizde “ölüm” kavramını anlatan öyle çok sözcük ve deyim var ki, hepsini sıralamaya kalksam bu köşenin sınırlarını aşar. “İrtihal-i dâr-ı beka eyledi”den “nalları dikti”ye uzanan geniş yelpazede, “ölüm” için her meşrebe uygun karşılık bulabilirsiniz Türkçede. Besbelli ki, “yaşamını yitirmek” de bu zengin çeşitlilik içinde bir yer bulmuş kendine.

Ölüm, bedenin cansız duruma gelmesi, yani yaşamsal özelliğini yitirmesi değil midir? Cüzdanımızı yitirdiğimizde, sonuçta bir miktar paramızdan oluruz. Ama canımız yittiğinde her şey sona erer. Yitip giden, koca bir yaşamdır yani…

Sevgili Ümit Sarıaslan’ın sorusu, dilbilimden çok felsefenin konusu olmalı diye düşünüyorum.

***

HAFTANIN NOTU

Trabzon’un güzel yüzü
Trabzon, geride bıraktığımız hafta, çeşitli kültür-sanat etkinliklerine ev sahipliği yaptı. 28 Kasım-2 Aralık günleri arasında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin “6. Kitap ve Kültür Şöleni” vardı. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti’nin Onursal Başkanı Ömer Güner anısına düzenlenen kitap fuarı, bu yıl beklenenin üstünde ilgi gördü. Aralarında Orhan Bursalı, Nazım Alpman, Mustafa K. Erdemol, Latife Tekin, Hakan Günday, Gürsel Korat, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Gökçenur Ç., Nilüfer Açıkalın, Ercan Kesal, Tayfun Pirselimoğlu ve Apolas Lermi’nin de bulunduğu elliyi aşkın gazeteci, yazar, çevirmen, ozan, sinemacı ve müzisyen, Trabzonlu sanatseverlerle buluştu. Beş gün boyunca söyleşiler yapıldı, kitaplar imzalandı, kentte şenlik havası yaşandı.

Etkinliğe adı verilen kişiyi konuk yazarların çoğu tanımazdı. Ama Ömer Güner, sevecen kişiliği ve dürüst gazeteciliği ile “Trabzon’un Mustafa Ekmekçi’si” idi.

1 Aralık günü, bir başka mekânda Birleşik Haziran Hareketi’nin “Kent Çalıştayı” toplandı. Bekir Gerçek, Cemalettin Küçük, Eyüp Muhcu, Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, Baki Remzi Suiçmez ve Attila Aşut’un kent kimliği, ekoloji, planlama, ekonomi, tarım-hayvancılık ve kültür-sanat konularında sunum yaptığı çalıştayı, ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş da izledi.

Aynı gün saat 17.00’de KTÜ Osman Turan Kültür Merkezi’nde, Nebil Özgentürk’ün de katılımıyla, Sabahattin Ali’yi anlatan “Kayıp Kemiklerin İzinde” belgeseli gösterildi.