Yazar mektupları sarsıcıdır çoğu zaman. Filtresiz bize ulaşınca, sevgimizi yeniden kazanabileceği gibi o yazar, tersi bir duruma da sokabilir bizi. Mektuplar kimi zaman bir iç döküşe döner, samimiyeti hiçbir hesap taşımamasından gelir

“Yaşamın ucuna yolculuğa koyulmak!”

1 Simon Garfield “Mektup/Yazışmanın Hayli İlginç Tarihi” adlı kitabını Domingo yayınlarından edinmiştim. Zamana yayarak okudum. Geçen gün, yirmili yaşlarıma tanıklık eden dostumla buluşmadan önce, kutuların, çekmecelerin içinden mektuplarımı çıkardım. Neredeyse orta ikiye gittiğim günlerden bu yana yazdığım tüm defterlerim duruyor. İlk bakışta çocuksu gibi duran satırlar, yaşlılığa göç etmenin izini sürmeye yarıyor. Elbette mektuplar daha ilgi çekici. Okumaya üşenmezseniz eğer, kendinizi tanımak için, eski mektupları karıştırmakta yarar var. Sürdüğü yolu anlıyor insan. Geçtiği caddeleri, sokakları, patikaları, çukurları görüyor. Şaşırmam sanıyor ama şaşırıyor.

yasamin-ucuna-yolculuga-koyulmak-344883-1.

İkinci dünya savaşında asker olmak zorunda kalan Chris ve sevgilisi Betty’nin yazışmaları eşliğinde ilerliyor kitap. Zorunlu askerliğin, ruhu nasıl derinlemesine yaraladığı, uzakta olan kimsenin nasıl bir özlemle büyüdüğü, eğer aşk sahiciyse nasıl derinleştiğini görüyor. Tuhaf olan; uzakta yazdığınız kişiye, o günün koşullarında emin olmaksızın sesleniyorsunuz ve sabırla yazıp, sabırla bekliyorsunuz. Mektup bir yolculuk hali… Yazarken, beklerken, okurken, sindirirken ve kurgulayıp yeniden masaya dönerken… Mektup seslidir esasen, yazarının sesini size taşır; satırlar ilerledikçe, içinizde büyüyen kendi sesinizle de birleşir ve iç içe geçer. Kuşkusuz bir edebi türdür. Şimdi kaybolan… Çocuklarımız hiç mektup yazmayacak, asla mektup almayacak… Ürkütücü…

Chris ve Betty’nin aşkı mutlu sonlanıyor. Esir düşen Chris, barış ilanıyla birlikte yurduna dönüyor, karşılaşma olumlu geçiyor, derken düşlerinde büyüyen sevgileri bu kez evliliğe ulaşıyor. Günün birinde bu mektupların, onlardan uzak bir yerde, farklı bir zamanda okunacağını tahmin etmezlerdi sanırım. Anne, babalarımızın aşk mektuplarını okurken ürker, şaşar, yaralanır, seviniriz belki. Bir tür yüzleşmedir bu.


2 Yazar mektupları sarsıcıdır çoğu zaman. Filtresiz bize ulaşınca, sevgimizi yeniden kazanabileceği gibi o yazar, tersi bir duruma da sokabilir bizi. Mektuplar kimi zaman bir iç döküşe döner, samimiyeti hiçbir hesap taşımamasından gelir. Günün birinde, umulmadık birinin eline geçer diye, hesap işi yazılırsa en değerli özellik yiter: İçtenlik, sahicilik, hakikat! Mektup yazmak için birine mutlaka uzak olmak gerekmez üstelik, alt kattan üst kata, kapı komşunuza, yan mahalledeki birine de mektup yazılır. Mektup bir sesleniş midir? Belki kendi kendine mırıldanma, beklentisiz bir söyleşi türüdür. Bir haftadır aralıksız Tezer Özlü okuyorum. Yeniden okuma bu. Yeniden keşif. İlgi çekici, sarsıcı bir kadın… Yazarlığını ne çok sevdiysem, Ferit Edgü ile paylaştığı yalnızlığını, giderek derinleşen dostluğunu da onca sevdim. İki yazarın, iki dostun, bir kadın ve erkeğin, dünyada birlikte yalnızlaşan iki kişinin yalın yazışmaları… Yayınlanmaları ne iyi olmuş…

“[Ankara, Eylül / Ekim, 1966]Cuma
[Tezer Özlü’den Ferit Edgü’ye]

yasamin-ucuna-yolculuga-koyulmak-344884-1.

Sen trendesin şimdi. Ben de oturuyorum burada. Saat 12’ye geliyor. Gecenin bu saatlerinde insanlar kısıyorlar seslerini. Sessizlik bürüyor ortalığı. Ben de daha iyi duyuyorum dinlediğim müziği. Daha çok yitiriyorum tüm düşüncelerimi. Olmayan düşüncelerimi. Uyuyabilmem için hiçbir neden yok. Sabah 8’de kalkmış olmam, o ilgisiz büro, ev, ben, beni yoramıyor artık. Uyanmam için de hiç bir neden yok.

Bu kelimeleri alt alta, yan yana dizmem için de. Bir gece. Diğerleri gibi. Bir ben. Diğer benler gibi. Bugün eski ben’lerimden biri olduğunu duydum. Karşılıklı gülsek.

Gülebilir miyiz dersin?

Gülebilir misin?”


3 Hiçbir şehir yetmeyecek Tezer’e, sığmayacak bir türlü ruhu oralara; İstanbul, Ankara, Zürih… Büyüyen özlem, neye dair, kendini bulmak için düşülmüş yollar var; aniden uçurumlar çıkıyor karşısına ve geri dönüşsüz, çıkışsız, bitimsiz yolculuklar. “Yaşamın Ucuna Yolculuk” demesi bundan belki… Kendi kendine bir ömrü bitirme becerisi büyük iş. Bir yandan bitmek tükenmek bilmeyen yaratma isteği, öte yandan giderek anlamsızlaşan bir yaşam ve keskin bir hastalığın pençesinde geçen günler. İnsan belki de tüm bir ömrü tek bir cümleyi, yerli yerinde ve onu işitecek birine kurmak için çırpınır durur. Yazarlık dediğimiz de bu işte, bir türlü içe sinen, tastamam yerinde diyeceğin o sözcükleri bulup, doğru sıraya dizememek.

“ [Tezer Özlü’den Ferit Edgü’ye]
[Ankara, Ekim, 1966]

Odanın içinde geziniyorum. Bazı bazı burada gezinmem gerekiyor. Resimlere, duvarlara, kendi resmime bakıyorum. Hep Bach’ın süitlerinin ilk kısmını dinliyorum.
Hiç yemek yemedim bugün. Öyle sanıyorum ki artık hiç yemek yemeyeceğim. Uyumayacağım. Çünkü uyuyan ve yemek yiyen ben değilim.
Ben beni bunaltıyor.
Ben’in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim.
Tezer”


4 Kalem kâğıtla yazma döneminden daktiloya geçiş devrim niteliği taşıyordu, yeni araç farklı bir hız sağladı yazara. Düşünmemiz başka biçimlenmeye başladı ve sonra bilgisayarda yazmaya koyulduk. Daktilodan bilgisayara geçisin büyük fark yaratmayacağını sananlar yanılıyor; söz konusu sadece tuşlar değil artık, bir de ekran var. Üstelik yanlışlar hızla gideriliyor, böylece daha çok yazma arzusu doğuyor. Muhtemelen zamanın nasıl aktığı, düşüncenin de hızını etkiliyor. Ted Hughes bir yazar ve asla e-posta yoluyla iletişim kurmuş biri değil. Bilgisayarı da olmadı, 1998 yılında göçtüğü zaman hayli ilerlemişti bilişim dünyası, ama o hep bildiği yönde kalem oynattı. O posta dönemi insanı. “Mektup” kitabından öğreniyoruz ilginç fikirlerini. “Kelimeleri kâğıda aktarmak için kullanılan araçlar esnekleştikçe ve harici hale getirildikçe, yazar da aklına gelen her fikri ya da fikir uzantısını yazabilir hale geliyor” diyor. Bunun yazar için bir olanak eğil, tersine denetimi, yalın olmayı engellediği için sorun olduğunu düşünüyor. Aklımıza her an iyi fikir getirmek kolay değil.

yasamin-ucuna-yolculuga-koyulmak-344886-1.

Eco: “Kalem elin uzantısıdır” derken, doğal bir gelişimden, ilişkiden söz ediyordu kuşkusuz. Bilgisayar tuşları ve ekran için aynı cümleyi kurabilir miyiz? Üstelik mektup yazma arzusunu, onu doğuran koşulları da yine doğallık içinde tartabiliriz, aynı hissi e-postanın vermesi söz konusu mudur? Başka türlü de düşünmek gerek, artık e-posta bile çok geride kaldı, anlık iletilerin hızına erişmek ne mümkün. İnsan neyi yitiriyor, incelikleri muhtemelen… İncelikli olmak, derinlemesine düşünmek, duyumsamak doğal mı, gereksinim mi? Makine ile kurulan ilişki, insanın da bir aygıta/robota dönmesine neden olacak. Yapay zekâ ile üretilmiş biri, kusurları olan, karmaşık romanları, şiirleri niye okusun? Üst-insan, mükemmel kimse zaten her şeyi bilmez mi? Yeni ırkçılık buradan türeyecek ve şimdi bu etik sorunun karşısında elleri kolları bağlı bekliyoruz.

“Belki el yazısındaki kritik nokta, beyniniz düşünürken elimizin de aynı anda çiziyor olması” diyor Hughes.


5 Virginia Woolf güncesini okurken Tezer’le arasında ne yoğun benzeşlik bulunduğunu hemen fark eder kişi. Farklı zamanlarda okunsa da, birbirinin devamı gibi, aynı soydan yazarlar olduklarını biliriz. Elbet yanlarına koyacağımız başka isimler de var. Sevim Burak, Sylvia Plath, Leyla Erbil gibi. Kadın yazarlar diye bir ortaklık olduğunu sanmam doğrusu, bu tür tariflerin kaba olduğunu düşünüyorum. Kimi araştırmacıların bazı satırları görmezden gelmek gibi huyu var. Böyle tarif etmek ideolojik bir olanak sağlıyor belki kimi çevrelere, oysa bu yazarlar, bu tür indirgemeden şikâyetçiler. Woolf açık söylüyor bunu.

Edgü’nün dostluğu kadar, yayıncı olarak da yeri büyük Tezer Özlü’de. Bugünlerde iki yazarın yayıncı ve yaratıcı olarak yan yana gelmesi zor. Her yazar okunmak ister, az ya da çok dikkate alınmak ister, para kazanmak ister, saygı görmek, beğenilmek ister. Çarçabuk sıkılır bir yandan övgüden, şöhretten, kapanır. Bu dalgalanmayı anlamak güçtür, ancak bir başka yazarla kurulan dil buna iyi gelir. Tezer’in dostundan gelecek mektupları her zaman heyecanla beklediğini biliyoruz, lâkin bir yapıtı bitirip gönderdikten sonra, yola koyulan mektubun ne dediği bambaşka bir önemdedir artık.
Edgü şunu bilen ve söyleyen bir yazar;
“Her yazıya başlayışta yazmayı yeniden öğrenmek zorunda olmak… Ne güç!”


6 “ [Ferit Edgü’den Tezer Özlü’ye]
Kanlıca, 20 Mart, 1984
Birkaç yıl önce, çocukluğunun soğuk geceleri için düşünüp de söyleyemediğim, dile getiremediğim buydu işte: o malzemenin öykülemeye değin, böylesi bir çığlığa dönüşmesi gerektiğini düşlemiştim. İçine sıçayım edebi türlerin. Romanın. Öykünün. Şiirin. İçine sıçayım. Bana yaşamın ucuna yapılan yolculuklar gerek. Bu yolculuğun türü olur mu?

yasamin-ucuna-yolculuga-koyulmak-344887-1.

Nicedir yazmıyorum. Yalnızca mektuplar. Geçende Le Monde’da Uwe Johnson’un öldüğünü okudum. Kırk dokuzunda. İngiltere’de yaşıyormuş bir süredir. Kendini alkole vermiş bir durumda. Ölümü üzerine kaleme alınan yazıda, son yıllarında, yazamadığı için mi alkole verdiğini, yoksa alkole verdiği için mi yazamadığının tartışıldığını öğrendim. Ve aynı soruyu kendime yönelttim. Yanıtı verebilmek için bir süredir içkiyi kestim. Huzursuzluk, uykusuzluk. Ancak içtiğimde sızıyorum. Yoksa uyku hapları. Kulaklarımı tıkaçlayıp yatıyorum. Gene sesler duyuyorum. Bu durumda okuyorum ya da senin metninin üzerinde çalışıyorum (merak etme, pek fazla değil.)”


7 Tüm mektuplar adrese, sahibine ulaşmıyor elbet. Onların toplandığı huzurevinin adı “Ölü Mektup Ofisi.” Yazarın dışında kimse bilmiyor içinde ne var, bir süre sonra da imha ediliyor mektuplar. Kaç gündür aklımda hep dönen bir fikir vardı, bir mektup- roman, ki sıkça mektuplu romanlar yazmış biriyim, şimdi başka bir duygu, fikir eşiğine geldim. Hemen not almaya giriştim, sabırsız, soluksuz okumaya koyuldum ardından. Bir kişi yazarsa eğer, ne yaparsa yapsın, soluksuz kalma pahasına, sadece bunun peşinden gider. Diğer tüm eylemler boştur. Hughes;

“Sürekli bir şeyler yazmazsam perişan oluyorum, hiçbir yere uyum sağlayamıyorum. Bundan böyle yazıyı hayatımın bir kenarına sıkıştırmaya çalışmak yerine, hayatıma şekil verirken yazıyı merkeze koyacağım” diye yazıyor kardeşine yazarken…
Yapıtıyla yaşamı arasında ayrım yapmayan Tezer Özlü’yü sevmem bundan olsa gerek.