Erdoğan’ı “hasbi ve harbi” bulduğundan söz ediyor; yani “Allah rızası için çalışan, doğru ve hilesiz”!  Özetle Türkiye “paçoz” ama siyasal iktidarın lideri pirüpak!

Yazıktır Alev Alatlı!

Alev Alatlı Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı “teşekkür konuşması”, Yavuz Bingöl kadar eleştiri konusu olmadı!  Oysa konuşmada yer verdiği konular ve söyledikleri, fikir düzeyinde üzerinde durulası konular. Konuşmaya övgüyle de, sövgüyle de değinenler oldu tabii; ancak söylediklerini bir de kendi görüşleri ve tutarlılığı açısından tartışmak var ki, daha önemli geliyor bana. Önemli. Yazıda, meseleye bu çerçeveden bakmaya çalışacağım.
Kuşkusuz bir Alev Alatlı tezi ortaya koyma niyetinde ve konumunda değilim; nerede uyuşuyoruz, nerede ayrışıyoruz konusunu da girmeme olanak yok.
Yalnızca, bir yandan bu çapta bir entelektüelin yarattığı hayal kırıklığından söz etmek, öte yandan kendi görüşleri açısından söylediklerinin en azından “yakışıksızlığını” konu etmek istiyorum.
Söylenecek çok şey var; ancak bir ikisini ele alabileceğim...
 “Orda kimse var mı?” başlıklı seri kitaplarından bu yana,  Alev Alatlı, edebi anlamı bir yana, getirdiği entelektüel tartışmalar nedeniyle ilgiyle izlediğim bir yazar oldu. Kitaplarının hepsini değilse de,  son olarak yayınlanan “Beyaz Türkler Küstü” dahil,  birçoğunu okudum. Farklı düşüncede olduğum zamanlar ve konular oldu tabii; ancak, farklı düşündüklerim dahil olmak üzere, birikimine saygı duyduğum Alatlı’nın söylediklerini ve geniş ufuklu tartışmalarını hep merakla izledim.
Örneğin ilk kitaplarında değindiği “homo economicus “kavramına ilişkin eleştirel yaklaşımı da,  Schrödinger’in Kedisi kitaplarında yer verdiği ve Türkiye’nin 21. yüzyıla girerken içine düştüğü “afazi” halini, kapitalizmin büyük koalisyonunu ortaya koyuş biçimi, Batı bilgisine “kapılanmanın” yarattığı eksikliklere yönelik  eleştirileri, saçaklı bilgi ile füzyon mantığından söz etmesi gibi birçok konu, -benim ilgi alanıma da girdiklerinden olabilir- beni yeni düşünmelere yöneltti.  
Kuşkusuz, Doğu kültürüne bakışından tarih üzerine değerlendirmelerine; Türkiye’ye ilişkin bakışından millet, din, ahlak üzerine değerlendirmelerine kadar tartışılması gereken çok konu var. Bunların bir kısmına farklı açıdan baktığım da bir gerçek.  Her konuya giremeyeceğimden, teşekkür konuşması açısından bazı görüşleri konu etmekle yetineceğim.
 Her şeyden önce, Batı’nın kültürel emperyalizmi olarak nitelendirilebilecek ve daha çok Batı’da üretilen bilginin bu ülkede izlenmesi ve “yeniden üretimi ile pazarlanması” anlamını taşıyan bir bilgilenme-tartışma süreci yaşadığımız bir ülkede, Alatlı’nın farklı bir soluk olması benim için anlamlı. Birçoğumuz Batı’nın kültürel emperyalizminin farkında olabilirdik; ancak buna karşın, biraz abartı, biraz kurgu ile de olsa,  farklı bakılabileceğini gösteren örnekler bulmak kolay değildi. Cemil Meriç’ten sonra Alatlı bunu yapıyordu.
Öte yandan, dünyaya ve Türkiye’ye eleştirel bakarken, maddi hayatın üretimi veya sisteme dair eleştiriler dışında daha büyük gerçeklerden söz etmesi de önemliydi. Anladığım kadarıyla, derdi öyle din, maneviyat, töre, ahlak da değil, daha “büyük bir gerçekliğe”—benim de zaman zaman değindiğim “büyük yaşama”— dikkat çekmek ve bu gerçeğe karşı ilgi ve saygı beklemekti. Kendi biricikliğimiz içinde unuttuğumuz gerçekler olduğu ve bu unutuşun eşrefi mahlûkat denilen insanın ve büyük yaşamın pek hayrına olmadığı ortada. Bu unutuşu, her şeyden önce siyasal-ekonomik sistemle ilişkilendirmek ve bu çerçevede tartışılmak elbette önemli; örneğin kendi adıma bu yolu izlediğimi söyleyebilirim. Ancak tartışmanın, manevi değerler, söylem ve kültür, ahlaki yaklaşımlar gibi manevi tarafları olduğuna kuşku yok ve meseleye daha bütüncül bakmaya ve bunları da konuşmaya ihtiyaç var.
Yani Marsa gitmek, organ yenilemek, yapay zeka üretmek için büyük projeler yapılıp büyük paralar yatırılır, binlerce insan istihdam edilirken, savaşların önlenmesi, açlık, yoksulluk, yerinden yurdundan olmanın ortadan kalkması gibi insani sorunların çözülmesi için ne büyük projeler, ne de büyük paralar söz konusu ise, sistemi tartışmak gibi, bu acıların ve zavallılıkların neden insanlığın derdi olamadığını da konuşmak durumundayız. Bunlar karşısında Batı’nın insanın değeri ve evrensel insan hakları gibi söylemleri “nakarat olmaktan öteye” gidemiyorsa,  hem bu konulardaki ikiyüzlülükleri konu etmek hem de çare olabilecek ne varsa toparlamaktan başka ne düşünülebilir ki!
Örneğin, kapitalist sistemin giderek kendine benzettiği, bir anlamda ‘homo economicus’laştırdığı bir insan-toplum-kültür sorunu olduğu yadsınamaz. Hayatta kalmak, ezilmemek, güçlü olmak için nelerin gerekli olduğunu her gün yüzlerce örnekle size hatırlatan bir küresel sistem içinde yaşayıp da, bu değerleri almamak düşünülemez. O nedenle sistem değişikliği kadar, hatta belki sistemi de değiştirmek üzere bencilliklerimiz uğruna birer yük gibi üstümüzden attığımız, örneğin ‘dayanışmacı ahlak’ gibi naif değerlerin yeniden nasıl kazanılacağı üzerine düşünmeye ihtiyaç var.
Son zamanda diline doladığı ‘paçozlaşan Türkiye’ söylemine de değineyim. Beyaz Türkler Küstü kitabı, bunun üzerine kurulu.  Paçoz’un farklı anlamları var ama Alatlı, bu kavramı, “kendi çıkarı için her şeyi mubah sayan, küstah, sokak kurnazı, zevzek, basmakalıp, palavracı, rüküş, hoyrat, içtenliksiz, ahlaksız” gibi sıfatlar bağlamında kullandığını söylüyor. Yalnız günümüz Türkiye’si için değil, genel olarak, dünyanın bütünü için bu sıfatları kullanmak mümkün aslında.  Onun, Batı’yı en başta bu sıfatları, yani ikiyüzlülüğü, ahlaksızlığı, kurnazlığı nedeniyle eleştirmesi gibi, bu kadar sivri bir söylem içinde olmasa bile, benzer saptamaları çoğumuz yapmaktayız. Öte yandan paçozluk adına verdiği örneklere katılmayabiliriz de; ancak, meta haline gelen değerler, yıkılan insanlık karşısında ikiyüzlülük ve acımasızlık ile pazarlanabilir olmanın hâkimiyetini yadsımak kolay mı?
Bu özetler, dediğim gibi, Alev Alatlı üzerine bir tez değil; kitaplarından yola çıkarak, içine kendi yorumlarımı da kattığım bazı çıkarsamalar. Söylenecek daha çok şey de var ama, sanırım, buraya kadar söylenenler konuşmasının neden büyük bir hayal kırıklığı olduğunu ortaya koymaya yeter.

Paçoz Türkiye, pirüpak Erdoğan!
Örneğin, dünyaya ve Türkiye’ye böylesine eleştirel bakar ve her yere bulaşan ahlaksızlığı ve acımasızlığı yerden yere vururken, 12 yıllık iktidar ve politikaları nasıl bunun dışında tutulur! Örneğin, kapitalist sistem ve neoliberal politikalarla uzlaşan, uzlaşmak ne demek, koşulların daha da vahşileşmesine göz yuman- madenlerdeki çalışma koşullarından iş cinayetlerine, zeytinliklere tecavüzden kentlerin ve tarihin  paraya çevrilmesine kadar çok şeyi  buraya koyabilirsiniz- bir iktidar nasıl yok sayılır! Aynı konuşmada, “21. Yüzyıl, ekonomik yığışmalar ve ekürilerden oluşan bir oligarşi niteliğindedir” deyip,  rant ekonomisi ile yandaş şirketlerle alış-verişi gün gibi ortaya çıkan iktidarı bu oligarşiden muaf tutmak nasıl olur!  
Aynı konuşmada, “şehrin ufkuna tecavüz” eden müteahhitlerden de söz eden de kendisi! Öyleyse soralım; Erdoğan’ın Belediye Başkanlığı’ndan bu yana ‘Reis’i olmaktan hiç vazgeçmediği İstanbul’da, şehrin ufkuna tecavüz eden müteahhitlerden kim sorumludur? Üstelik üçüncü köprü, yeni havaalanı inşaatına girişilir, Kanal İstanbul gibi yeri yerinden oynatacak projeler gündeme gelirken, yalnız şehre değil, doğaya ve gelecekteki yaşama tecavüz edileceği nasıl görmezlikten gelinir?
Helal-haram; haklı-haksız; alın teri- gasp gibi hangi söylem içinde ifade edilirse edilsin, haklılık ve haksızlık kavramları benim için hep önemlidir. Tabii bu ayırımlar kimin tarafından yapıldığına göre farklı anlamlar alır; hatta anlamsızlaşabilir; bu konuda, insanlığın geliştiği noktadan başka bir ayar-ölçü de yoktur elimizde. Bunlar bir yana, ödül konuşmasında “yasal haklarla helal” olan arasında ayırım yapan Alatlı’ya gelelim. Bu konuda verdiği bir örnek, “Ermeni soykırımı olmadığına kanaat getirenleri yasalarla susturmak...” Peki, hadi bunca açığa çıkmış gerçek bir acıyı ve zulmü unutalım da, soykırım olduğunu söyleyenlerin yasalarla, cezalarla susturulması konusuna ne diyelim! Bunun gibi, “atar ergenleri sokağa döken yazarın...”  ortalığı aleve vermesinin günahından söz ederken,  “atar ergenlerin“ sokağa dökülmesinde en büyük payı olanlara dokunmamak nedendir? Bunun neresi hak, neresi helal!
Hükümeti ve Erdoğan’ı Suriyeli mültecilere kapılarını açtığı için de kutluyor Alatlı. Oysa bu ülkede, savaşın uzamasından IŞİD belasının, yaratmasa da güçlenmesinde iktidarın payı olduğuna ilişkin tartışmalar azımsanmayacak ölçüde; tırlarla giden silahlarla, elini konunu sallayarak sınırlarımızdan girip çıkanlar her gün medyada. Kapıların nasıl açıldığı da ayrı bir konu! Suriyelilerin dramı ortada; sefaletleri ve çaresizlikleriyle sokaklarımızda dolaşıyorlar. Bu durumda, keşke kutlamak yerine, en azından “biraz daha merhamet” diyebilseydi!  
Ve son olarak, “dünya beşten büyüktür” diyen Cumhurbaşkanı’nın kutlanması meselesi! “Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda gerçeği söylemek devrimciliktir” diyen Orwell’e Erdoğan’ın alkışlatılması! İnsan neresinden başlayacağını şaşırıyor. Uzatmayayım; ancak evrensel dolandırıcılığın bu ülke sınırları içindeki yeri hem içteki koşul ve gelişmeler hem dış dünya ile ilişkilerle ortada! Batı’ya arkasını dönüp, Doğu’ya bakan Türkiye’de kimilerince Shangay Beşlisi’nin  “parlak” dünyasının özlendiği de görülüyor; bunu mu alkışlıyor Alatlı? O yetmezmiş gibi, Defoe’den alıntıyla, Meriç’in adını da zikrederek, “hakikati gören, başkaları farklı düşünüyorlar diye haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır”  demesi karşısında, nutkum tutuluyor ama en azından, yukarıda değinilen hakikatler ortadayken, onların “alçaklık ve budalalığı” farklı yönde bulacaklarını söylemek zorundayım.
Alatlı, iktidarın lideri Erdoğan’a teşekkür ederken tüm bu ilişkileri yok sayıyorsa, bize de “bir ödül, bunca mihnete değer mi diye” sorup, yazarı kendi yoluna bırakmak düşer tabii! Düşer de, bazı değerler ve doğruların savunucusu rolünü kendine yakıştırıp bu yolda bir söylem kurduktan sonra, söylediklerini bir çırpıda harcamasının yarattığı “kekrem” tat var ki, konuşmak gerekiyor.  Yani Alatlı’yı, kendi tanımlaması içinde “paçozlaşan” Türkiye’nin bir köşesine koyup “o da bu kadarmış” demek mümkün; ama çok sevdiği“ iddialı” sözlerini hatırlarsak,  “hem budala hem korkak” yerine konmamak adına, söyledikleriyle kendini inkâr ettiğini söylememiz gerekiyor. Cumhuriyet’te yer alan söyleşide de Erdoğan’ı “hasbi ve harbi” bulduğundan söz ediyor; yani “Allah rızası için çalışan, doğru ve hilesiz”!  Özetle Türkiye “paçoz” ama siyasal iktidarın lideri pirüpak! Ya da “haram nerede, helal nedir”  gibi bir derdi var ama kişisel olmaktan çıkıp şebekeleşmiş yolsuzluklar bu “haram-helal” meselesine girmiyorlar!  
Alatlı’nın Shrödinger’in Kedisi Kabus kitabında “celbedilmiş afazi” diye söz ettiği hal var; pek yanlış gelmiyor ama bu “çağrılan afazinin” nedenleri arasında iktidardan yana olmak adına kendilerine ve düşüncelerine “kıyan” aydınlar olduğunu unutmamak gerekiyor. Yani geniş yığınlar için afazinin başta gelen nedeni, çaresizlik ve güçsüzlük duygusuyla gerçeklerden kaçış olabilir; ya da bencillik ve küçük çıkarların ağır bastığından söz edilebilir. Ancak afazi konusunda bir “çağırmadan” söz edilecekse, bu konuda en büyük vebalin kendileriyle tutarsızlık pahasına güçten yana olanlara düştüğü unutulamaz.
Bunca lafa ne hacet diye sorulursa, afazi haline bir isyan diye de okunabilir.  

* Prof. Dr. / Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi