Birkaç haftadır yazmıyorum; yazamıyorum. İster bıkkınlık, isterseniz yılgınlık deyin; isterseniz kim bıkmadı ki diye hak verin, ister yılgınlığın yeri mi diye eleştirin; ama Türkiye’de olup bitenler de, dünyada yaşananlar da içimi karartıyor

Birkaç haftadır yazmıyorum; yazamıyorum. İster bıkkınlık, isterseniz yılgınlık deyin; isterseniz kim bıkmadı ki diye hak verin, ister yılgınlığın yeri mi diye eleştirin; ama Türkiye’de olup bitenler de, dünyada yaşananlar da içimi karartıyor. Galiba, mesleğiniz gazetecilik değilse, olup bitenlere profesyonel bir bakışla bakıp yazı için ne çıkarırım diye düşünmüyorsanız, aptallıklar, acılar, pisliklerin durmadan tekrarlandığı bu dünyayı yazmak zor. “Çare yazmamakta değil, yine yazmakta” diyorsanız da haklısınız; gördüğünüz gibi, ben de bunu yapıp yine yazmaya oturuyorum. Yazıyorum ama yine bıkkınlık veren konuları ele almaktan başka bir şey yapamadığım da ortada.

Mesela; AKP Kongresi ve Teslimiyet!

Hemen herkes bu kongrede bir kez daha ortaya çıkan Erdoğan’ın gücünden söz ediyor. Taha Akyol bile, “Kongre gösterdi ki, AK Parti ve iktidar hücrelerine kadar Tayyip Erdoğan’la yoğrulmuştur” derken, “İstişare mekanizması onun kararlarına katılım olarak işlemektedir” deme gereği duymuş.

Erdoğan ise, “biz isimleri değil ilkelerin partisiyiz” diyor!

En güzel yorum da Akif Beki’nin; Konge için, “cülus merasimi de diyebilirsiniz “demekte. Doğru söze ne denir; Padişah ile atadığı sadrazam olsaydı da, başka türlü olmazdı gerçekten! Yalnız, herkesin yüzlerine bakıp gördüğü memnuniyetten söz ederken, “bu barışıklığı beklemiyorduk” demesi var ki, “bunun daha kabinesi var, milletvekilliği var, parti yönetimi var, şirketler-ihaleler var “diye aklına gelmemiş mi diye merak ettim!

Pek uhrevi bir kongre de olmuş. Davanın kutsallığı artık iyice dile gelmiş durumda; Erdoğan’a verilen hediyeler ise seçme hadislerin yapılmış tablolar.

Yalnız, bu hava içinde “ikinci yeni “ ve “restorasyon “laflarını nereye konduracağımı bilemedim! “Birinci Yeni” ile, çoğulculuk, kapsayıcılık, eşitlik, şeffaflık, hesap verebilirlik, basın ve ifade özgürlüğü, insan hakları ve özgürlükleri, bağımsız ve tarafsız yargı, ileri demokratikleşme derken nereye geldiğimiz ortada; şimdi yeninin “ikincisi” geliyor ki, Maazallah mı, fesuphanallah mı diyeyim bilemedim!

Mesela; CHP ‘de Durmadan Tekrarlanan Hikâyeler!

CHP’nin durumu da konuşuluyor ya, CHP ile ilgili konuşulmayan ne kaldı diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Hadi eskiyi bir yana koyup yakın zamana gelelim, en azından 20-25 yıldır CHP’nin yalnız medya köşelerinde değil akademik alanda da kimliği, siyaseti, yapısı gibi her şey konuşulmadı mı?

Kime konuşulduğunu sorarsanız, işte orası belli değil! Çünkü CHP içerisinde tepeden aşağıya, aydınların ( ve de medyanın) CHP’ye önyargıyla baktıkları, söyledikleri ve yaptıklarını pek izlemedikleri, birçok olumu adımı görmedikleri ve CHP’yi eleştirmenin kolaycılığına kapıldıkları gibi düşünceler hakim. Hadi, bu yaklaşımda bazı doğrular olduğunu söyleyelim; ancak bir yandan seçim yenilgileri, öte yanda durulmayan kavgalar neyin nesi?

Öte yandan, Partililerin, eleştirilere kızmak yerine, tüm bu eleştirilerin CHP’yi önemsemekle ilgisi olduğunu düşünmeleri beklenir ama nerde! Bu ülkede, en azından demokrasinin işlemesi için, güçlü muhalefet partilerine, AKP iktidarına alternatif olacak seçeneklere ihtiyaç olduğunun farkında olan insanlar var. 12 yıllık AKP iktidarının sonunda geldiğimiz noktayı ve Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra bu “ikinci yeni veya restorasyon döneminin“ başımıza neler getireceği kaygısıyla kıvrananlar var. Bunların CHP’ye nasıl bir sorumluluk verdiğini görmeleri beklenir ama CHP içindeki kişisel varlık kavgası hepsinin ötesinde! Dışardan görünen bu, onu söyleyeyim.

Son günlerde Nilgün Cerrahoğlu, yazılarında CHP ile ilgili okur mektuplarına yer veriyor; bir baksınlar derim. Yazılanlar, vatandaşların Parti yöneticilerinden daha aklı selim sahibi olduğunu ve CHP’deki meselenin, Kılıçdaroğu, İnce veya Tarhan meselesi olmadığının çok net görüldüğünü gösteriyor.

Tabii ki, CHP’de sorun çok yönlü; yapısal-davranışsal sorunlar var ama bu sorunların gerisinde, büyük ölçüde bu sorunları da doğuran, bir siyasal-ideolojik kimlik sorunu var. O yüzden dost acı söyler diyerek, öncelikle bir tüzük ve program Kongresi ile, merkez sağ mı, ortanın solu mu, muhafazakâr toplumun yanında mı, nerede durduklarını netleştirmelerini öneririm. Çünkü 20-25 yıldır izlenen tablo, bu amorf yapının veya makyavalist yaklaşımların pek işe yaramadığını gösteriyor. Hatta, korkarım ki, başka alternatif olmadığından CHP’ye oy verme sınırı da aşılmış durumda; artık bu ülkede muhalif olanların seçimlerden umut kesmeleri yolunda bir gidiş var ki, büyük tehlike demek!

Ve Gazze’deki Anlaşmanın Buruk Tesellisi

Sonuçta 26 Ağustos’ta İsrail ile Hamas arasında anlaşma sağlandı.

8 Temmuz’da başlayan saldırılar sonucunda 490 çocuk olmak zere 2139 Filistinli öldü; 11 100 kişi yaralandı, 100 bin Filistinli yerinden oldu; İsrail’in kaybı ise 64 asker, 5 sivil. Suriye’de 100 bin insanın öldüğü, 1,5 milyon insanın göçe zorlandığı düşünülürse, bu rakamlar ne ki diyenler olabilir!

Benim kafama takılan ise, varılan anlaşmanın “acı” sevinci! Seviniyoruz tabii; Suriye’de de bu noktaya bir an önce gelinmesi yolunda dualarımız da var. Ancak, Hoca’nın fıkrasını hatırlayarak, “kaybolup bulunan eşek” değil ki diye düşünmemek ne mümkün! Bugün varılan noktaya gelmek için, bunca ölümü, kayıp, acıyı yaşamak mı gerekiyordu!

Tabii küresel bir ahval diyeceksiniz; çekilen acılardan sonra bunların en azından şimdilik bittiğine sevinmek!

Sonra da bunları yazmak!