Bu köşede 28 Aralık 2016’da yayımlanan “Türkiye’nin güvenliği Suriye’den başlar, ama nasıl?” adlı yazıda şöyle denilmişti:
“Rusya ve İran’la Suriye’nin egemenliğini tanıdığını açıklayıp İdlib’deki cihatçılara yardıma devam etmek, Suriye’nin toprak bütünlüğünden söz edip Suriye’ye rağmen El Bab’da operasyon yapmak, bir yandan Rusya ile yakınlaşırken öte yandan ABD’yle Rakka’ya operasyondan söz etmek, ABD’yle Rakka’ya operasyon yapmaktan söz ederken El Bab’dan sonra sıranın YPG-ABD kontrolündeki Minbic’e geleceğini söylemek… Tüm bu sıraladıklarıma bakarak “İşte çok yönlü dış politika” diyenler olacaktır belki ama hayır, bunun adı “şark kurnazlığı”dır ve aynı anda herkesi idare etmeye, çıkarları bütünüyle çelişen güçlerle aynı anda müttefik olmaya yönelik bu siyasetin varabileceği hiçbir yer yoktur.”

Trump’ın Obama’dan görevi devralmasıyla birlikte, sözünü ettiğimiz siyasetin de ivme kazandığını görebiliyoruz. Türkiye’yi Müslüman dünyanın ve ümmetin liderliği iddiasıyla maceradan maceraya sürükleyenler, Trump’ın Müslümanlara yönelik ülkeye giriş yasağına tek kelime etmedikleri gibi, telefon sırasının kendilerine gelmesinden ve hemen ardından CIA Başkanının Türkiye ziyaretinden ziyadesiyle memnun görünüyorlar. İktidarın -bütün o Avrasyacılık, anti-emperyalizm, Amerikan karşıtlığı, milli siyaset zırvalarını boşa düşürecek şekilde- ABD emperyalizmiyle yeni bir denge noktasında uzlaşmak için yoğun bir mesai içerisine girdiğini söyleyebiliyoruz.

Bu mesainin bir boyutunda IŞİD ve Rakka bulunuyor. Tarihin muhteşem ironilerinden biri olarak, siyasal İslamcı bir iktidar, tıpkı Rusya ile olduğu gibi, şimdi de ABD’yle sınırlarının ötesinde siyasal İslam’la mücadele üzerinden bir pazarlık yürütmeye, Suriye’de ve bölgede bunun üzerinden kendine alan açmaya çalışıyor. “İhvan rejimleri kuşağının lider ülkesi” olma niyetiyle çıkılan yolda gelinen noktanın burası olması hazin elbette ama yine de bu, yeni Osmanlıcı fantezilerden ve mezhepçi siyasetten vazgeçildiği anlamına gelmiyor.

Çünkü iktidar, Trump yönetiminin İran düşmanlığı üzerinden de kendisine bir pay biçmeye, buradan bir pazarlık kozu elde etmeye çalışıyor ki, bu da mesainin ikinci boyutunu oluşturuyor. Yani yeni-Osmanlıcılık, Obama döneminde Suriye’de üstlenmeye çalıştığı rolün bir benzerini, bu sefer Trump’la birlikte İran’a karşı üstlenmek istiyor. Bir yandan İsrail’le, öte yandan petrol şeyhlikleriyle yakınlaşma, Trump’ın siyasetine eklemlenme çabasının bir parçası olarak karşımızda duruyor. İsrail’in Gazze’de tekrar yükselttiği şiddete karşı izlenen düşük profilli siyaseti de, Erdoğan’ın İran’ın geleneksel düşmanı olan petrol şeyhliklerini ziyareti esnasında Trump’ın henüz içeriği belli olmayan “Suriye’de güvenli bölge” planına dahil olma çabasına işaret eden açıklamalarını da bu bağlama yerleştirerek okumak gerekiyor.

Mesainin üçüncü boyutunda ise Kürt sorunu ve Rojava var. ABD’nin YPG’yle Obama yönetimi döneminde başlayan ilişkisi Trump döneminde de süreceğe benziyor. Silah sevkıyatı ilk kez verilen zırhlı araçların da eklenmesiyle sürerken, Rakka operasyonunda yeni safhalara giriliyor. İktidar ise ABD’ye Rakka için TSK’yi teklif ediyor, “Kürtleri değil, beni al” diyor. Bu da operasyonun ilk gününden beri dile getirdiğimiz “Cerablus son tahlilde Amerikancı bir operasyondur” tezini doğruluyor, anti-Kürt jeopolitiğin belirleyiciliğinde icra edilen Fırat Kalkanı, Kürtlerin Suriye’deki kazanımlarına karşı ABD’yle yapılacak pazarlığın ve müttefikliğin yeniden tesis edilme biçiminin kozu olarak elde tutuluyor.

Peki ama yılların ABD müttefikliği ve NATO üyeliği unutularak günü kurtarma telaşıyla Rusya’nın kollarına koşulup, hesapsız kitapsız bir yakınlaşma içine girilmişken, ABD’yle “eski güzel günler”e dönmek mümkün olacak mı? Büyükelçi Karlov’un öldürülmesinin ardından kullandığım tabirle “iki cami arasında binamaz” olan ama bunu “denge siyaseti” diye yutturmaya çalışan şark kurnazı dış politika, bu kadar kolay pozisyon değiştirebilecek, bu kadar esnek hareket edebilecek mi? Dahası, Trump yönetimi ile pazarlık kozu olarak görülen şeyleri hayata geçirmek o kadar kolay mı?

Astana’da Türkiye’nin önüne konulan Suriye anayasa taslağındaki Kürtlere yönelik kültürel özerklik maddesinden tutun da CIA başkanı Türkiye’deyken TSK’nin El Bab’da “dost ateşi”yle vurulmasına, “PKK ve PYD terör örgütü değil”den “Askerlerin koordinatını bize Türkiye verdi” açıklamasına kadar, bu işin o kadar kolay olmayacağı görülebiliyor, Rusya bunun mesajını açıkça veriyor. Trump’la birlikte İran’ı tam karşıya almanın, Rakka’ya yürümeye kalkışmanın, güvenli bölge macerasına girişmeye kalkışmanın sonuçlarının neler olabileceğini ise yazmaya dahi gerek bulunmuyor.

Velhasıl, Türkiye İslamcılığının reel politik diye sunduğu pragmatizmin ve dengeli siyaset diye sunduğu basiretsizliğin memleketi yeni maceralara sürüklemesi kaçınılmaz görünüyor. İşte “hayır” demek, bu maceracılığı da reddiye anlamına geliyor.