Suriye savaşının cihatçılara yönelik son cephesine, çok zorlu geçeceği kesin olan İdlib savaşına adım adım yaklaşıyoruz. Ülkenin diğer bölgelerinde art arda zaferler kazanan Suriye Ordusu, İdlib’e dayanmış durumda. Kentin etrafına büyük bir askeri yığınak yapılıyor, diğer bölgelerdeki güçler adım adım buraya kaydırılıyor. Suriye uçakları kentin üzerine bildiriler atıyor ve burada toplanmış olan cihatçı teröristlere “Teslim olun yoksa imha edileceksiniz” çağrısı yapılıyor.

Bu savaş kaçınılmaz olarak bizi de, Türkiye’yi de son derece yakından ilgilendiriyor. Bunun gerisinde ise iktidarın izlediği Suriye politikası bulunuyor. İdlib, iktidarın Suriye’de cihatçıları silahlandırma ve Şam’a karşı savaştırma, cihatçılar üzerinden Suriye’de söz sahibi olma siyasetinin, yani yeni- Osmanlıcılığın somutlaştığı noktalardan biri. Yeni-Osmanlıcılık bir yandan burada kendine bağlı silahlı grupları güçlendirirken, öte yandan eski adıyla Nusra (Suriye El Kaide’si) yeni adıyla Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ile ilişkilerini devam ettiriyor. Öyle ki, Rusya ile koordineli bir şekilde İdlib’in “çatışmasızlık bölgesi” ilan edilmesinin ardından TSK burada gözlem noktaları kurarken, askeri birliklere HTŞ militanları eşlik etmiş, o noktalar birlikte kurulmuştu.

Suriye Ordusu’nun İdlib’e dayanması yeni-Osmanlıcı siyaset üzerinde ciddi bir panik yarattı. Çünkü iktidar partisi, İdlib’in düşmesi halinde sıranın önce Fırat Kalkanı bölgesine sonra da Afrin’e geleceğini biliyor. Bu, ÖSO ile işbirliği içerisinde elde tutulan Suriye topraklarının yitirilmesi anlamına gelecek ve elbette ki yeni-Osmanlıcılık açısından siyasi birtakım sonuçlar doğuracak.

Bu sonuçları hızlıca sıralayacak olursak, öncelikle sahada olmamak masada da olmamak anlamına geleceği için Suriye üzerinde söz sahibi olma iddiası çökmüş olacak. İkincisi, bir yandan ABD’yle öte yandan Rusya-İran hattıyla ip cambazı misali izlenen siyasette Suriye’deki askeri varlığını bir koz olarak kullanma stratejisinde eli zayıflayacak. Üçüncüsü, Suriye’nin kuzeyinde şekillenen Kürt otonomisine müdahale ihtimali azalacak ve son olarak İdlib düşerse aralarında cihatçıların da olduğu yüz binlerce kişi Türkiye’ye göç edecek.

Tam da bu nedenle son günlerde Rusya ile trafik artmış durumda. Cuma günü Çavuşoğlu ile Lavrov yeniden görüşürken, Fidan ve Akar da bir kez daha Moskova’ya gittiler ve Putin tarafından da kabul edildiler. Çavuşoğlu’nun görüşme sonrası yapılan ortak basın toplantısında “İdlib’de askeri çözüm felaket olur” açıklaması iktidarın pozisyonunu bir kez daha teyit etmiş oldu. Yeni-Osmanlıcı dış politikanın İdlib’deki temel hedefi Suriye Ordusu’nun operasyonunu engellemek ya da bunu yapamasa bile olabildiğince geciktirmek. Bunun için ise Rusya’ya birtakım taahhütlerde bulunuluyor ve “ılımlı muhalifler”in HTŞ gibi radikal unsurlardan ayrıştırılabileceği ve bir uzlaşma tesis edilebileceği, bunu da Türkiye’nin yapacağı söyleniyor. Yani aslında İdlib’in yeni-Osmanlı himayesinde “ılımlı” cihatçılar tarafından yönetilen özerk bir bölge olması hedefleniyor.

Ancak bunun hiçbir şekilde gerçekliği bulunmuyor. Suriye Ordusu, elbette ki müttefiki Rusya ile koordineli bir şekilde hareket ediyor ama sahada zaman zaman ondan bağımsız adımlar da atıyor ve İdlib operasyonunu eninde sonunda gerçekleştireceğini Rusya’ya çok kararlı bir şekilde hissettiriyor. Öte yandan Rusya da İdlib’in cihatçılardan temizlenmesinin bir zorunluluk olduğunu biliyor ve adımlarını buna göre atıyor. İran ise Suriye’deki varlığını güçlendirmek için İdlib’in temizlenmesi gerektiğinin farkında.

İşte tam da bu nedenlerle, her ne kadar ABD ile yaşanan krizden kaynaklı olarak Rusya ve İran’la bir yakınlaşma söz konusuysa da, bu yakınlaşmanın İdlib’de sınırlara dayandığı görülebiliyor. Rusya, İran ve Suriye’nin çıkarlarıyla yeni-Osmanlıcılığın çıkarları Suriye’nin genelinde olduğu gibi İdlib’de de örtüşmüyor ve bir karşı karşıya geliş kaçınılmaz görünüyor.

Bu süreçte Rusya, ABD ile olan gerilimi kaşımaya devam etmek için, Türkiye’yi bütünüyle sahnenin dışına itecek bir girişimde bulunmayacaktır ama öte yandan Türkiye-Rusya ilişkilerinin asimetrik yapısı göz önüne alındığında, yani Türkiye Rusya’ya Rusya’nın Türkiye’ye olduğundan daha fazla mecbur olduğuna göre, neticede Rusya’nın taleplerinin ağır basacağı da açıktır. Tam da bu nedenle Halep’teki gibi bir “satış” hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Suriye’de belirleyici olma vasfını çoktan yitirmiş olan ABD ve Batı ise “İdlib’de kimyasal kullanılırsa cevabımız sert olur” şeklindeki klasik açıklamaya başvurmuş durumdalar ve yeni bir kimyasal saldırı mizanseni üzerinden Suriye’ye yönelik yeni saldırılara girişebilirler. Ancak bunların sahadaki gidişatta köklü bir değişiklik yapma ihtimali bulunmuyor, en fazla sonuçları geciktirebilirler.

Velhasıl, İdlib meselesini de, yeni rejimin kriz başlıklarından biri olarak not etmek ve izlemek gerekiyor, düşük de olsa Suriye ile sıcak bir çatışmaya girme ihtimalinin de masada olduğu ve giderek derinleşen bir kriz kapıya dayanmış görünüyor.