Siyasal sorunları tartışırken, kimi çevreler “memleketten kopuksunuz, sizin dert ettiğiniz meselelerle kimse ilgilenmiyor, insanlar karnını doyurmaya çalışıyor” teziyle, biraz da dudak bükerek eleştirir bizi. Bu yaklaşım, eğer birinin boğazından iki lokma geçiyorsa mutlu olmalı anlayışına dayanır. Ekmeği bulan insanın yetinmesi, şükretmesi gerektiğini öne süren kimseler, sözde tevazu sahibi, kanaatkâr olarak kendilerini sunmakta pek mahir olsalar da, esasen üstten bakan, yararcı, kibirlidirler. O halde temel soruyu soralım: Özgürlük, iş, aş arasında ne tür bir ilişki vardır?

Geri kalmış toplumların tamamında devletin baba olduğu, yeri gelince koruyup kollayacağı, gerekirse bizim iyiliğimiz için ara sıra şiddete başvurabileceği tezi genel kabul görür. Askerlik mesleğinin kutsal sayılması, kendine “asker millet/peygamber ocağı” diye kılıf uydurarak, genç insanların yaşamına belli bir dönem ve iradesi dışında el konulması, yukarıdaki anlayışın tezahürüdür. Devlet babadır, bilendir, yön gösteren, yol bulduran, karar veren, hikmetinden sual olunmayandır. Eh hal böyleyse eğer, doğal olarak itiraz eden, soran, soruşturan kimse de ‘isyankâr’, ‘uyumsuz’, ‘terörist’ sayılır kolayca. Devlet kutsal ve dokunulmazdır…

Devleti kendi dışında sayan anlayışa hep şaşkınlıkla bakarım. Neticede bir örgütlenme biçimidir devlet ve ardında yığılan kitlenin, farkında olarak ya da tersi, değerleri üzerinde yükselir. Milliyetçilik, dincilik, mezhepçilik bir tür tutkal vazifesi görür. Sormayı, eleştirmeyi engeller. Tam tersi de söz konusudur. Uygun bir düşman yaratmak ve bunu sürekli kılmak da devletin varlığına katkı yapar. Şöyle diyebiliriz: Doğru yer ve zamanda uygun düşmanı yaratmak ve onunla dövüşecek halkı ikna etmek devletin vazifesidir. Aksi halde bağlar gevşer, itiraz başlar ve yıkım kaçınılmaz olur.

‘Milletin değerleri’ türü soyut kavramların, yoğun hamasi söylemler eşliğinde sürekli pazara sürülmesi karşısında; haklı ve yerinde tez, yanıt üretemezseniz, siyasal mücadelede geri kalır, yenilirsiniz. Karşınızdakine şunu sormak gerekir: Nedir bu milletin değerleri? Aldığınız yanıt içinde “özgürlük” kavramı olmayacaktır ya da sözü edilen özgürlük, hakiki anlamının uzağından geçmeyecektir. Sağ muhafazakâr siyaset kutsallar yaratır ve onların yarattığı etki ve güçle hüküm sürer. Tartışmaya açık olmayan değerler işini kolaylaştırır sağcının. Din, milliyet, inanç gibi kavramlar pek kullanışlıdır. Karşısına ‘özgürlük’, ‘adalet’, ‘barış’, ‘eşitlik’, ‘sınıf’ gibi kavramlarla çıkınca genellikle anlaşılmaz sayılırsınız. Sahiden öyle midir?

Özgür olmayan bir halkın ekmeğinin büyümeyeceğini anlaması gerekir. Temel görev bunu açığa çıkarmaktır. İş cinayetinin kader olmadığını anlayan bir işçi örgütlenir. Din tacirinin öte dünyayla değil, tam da içinde bulunduğumuz günle ilgili olduğunu ve bunun için her yolu kullandığını anlatırsanız; zamanı, içeriği belirsiz cennet yerine, buradaki adaleti istemeye başlar kişi. Kuşkusuz kökleri çok derinde olan bu kutsalların iktidarını yıkmak öyle kolay değil. Zihnin özgürleşmesi halinde ancak bu yol açılır. Genellikle haklılığına, doğruluğuna iman eden ve düşünce yetisinin doğuştan kazanıldığını, en iyi biçimde de kendisine sunulduğunu düşünen ahali özgürlük istemez. Kendi adına düşünülsün ister…

Toprağı verimsiz bir köylünün bunu kader sanması, boyun eğmesi sık karşılaşılan durumdur. Oysa tarım politikalarının, değişen ekolojik dengenin buna neden olduğunu bilse köylü, soruna başka türlü bakar. Günlük, acil sorunları aşmak zorunda olan biri, nasıl olup da böylesi tahammül gerektiren bir çabanın içine girsin, diye sormak hakkımız. Bu yüzden eğitimi ele geçirmek ister her siyasal yapı. Köy Enstitüleri’nin kapanma nedeni budur mesela. Üniversitelerin ilk mektep seviyesine indirmenin gayesi budur. Eğitimi tarikat, cemaat eline bırakmanın amacı da kolay yönetilen insan yaratmaktır. Unutmamak gerekir ki kolay inanan insan, aynı şekilde yönetilir. Yalnız tersi de söylenebilir. Kolay inanan, sorgulamadığı için, bir başkasına da aynı kolaylıkla inanır. Yararcılık, çıkarcılık öldürücü etki yapar toplumlarda.

Yeniden bir ‘aydınlanma’ hareketine gereksinim duymamızın nedeni bu saydıklarımdır. Dünyanın giderek daha çorak bir düşünce ortamında boğuştuğunu görüyoruz. Yeni bir ortaçağ diyebiliriz yaşadıklarımıza. Biryandan beynin gizi çözülür, bilim olağanüstü hızla gelişirken, öte tarafta şaşırtıcı bir bağnazlıkla çürüyoruz. Geçen haftanın tümünü Kant, Darwin okuyarak geçirdim. Dönemin tartışmalarının ne denli gerisine düştüğümüze görüp, endişelerim ne denli haklı olduğunu onayladım içimde.

Çözüm nedir?

Hangi siyasal hareket olursa olsun, günlük tartışmaların tuzağına düşmeden serinkanlı karar alma yetisi kazanmalıdır. Elbette bunu ‘aydınlanma’ fikrine bilen ve tanıyan yapılar için söylüyorum. Bu çağda kolaycılık geçici başarı getirse bile, sağ siyasetin dilinin vahşi olduğu hakikati değişmiyor. Tarihi yapıları bombalayan IŞİD ile Hasankeyf’i dinamitlenmesine izleyen biz arasında ne tür fark var? Öylece şaşkın bakmanın suç ortaklığı olduğunu unutmayalım. Herkesi akıl yoluna davet edelim…