Türkiye yönetici sınıfı İkinci Dünya Savaşı bitip Soğuk Savaş başlarken şevkle ve ihtirasla ABD’nin kollarına koşmuş, ülkeyi Batı bloğunun ileri karakolu haline getirerek komşusu Sovyetler Birliği ile uzun yıllara yayılacak bir düşmanlık siyasetini başlatmıştı. ABD’ye ve emperyalizme bağımlılığın sonuçlarını ekonomiden siyasete, eğitimden ulaşıma hep birlikte yaşayarak tecrübe ettik, halen de ediyoruz.

Şimdi ise benzer bir süreç Rusya ile yaşanıyor; ABD’yle ve Batı’yla arası giderek açılan iktidarın beka kaygısıyla bu sefer de Rusya’nın kollarına sığındığını, S-400 alımından Akkuyu’daki nükleer santrale uzanacak şekilde bağımlılık ilişkilerinin hızla derinleştiğini görüyoruz. Üstelik bu yapılırken, ABD ve Batı’ya bağımlılık mekanizmalarının tasfiye edilmediğini, NATO’yla, AB’yle, IMF’yle, finansal sermaye kuruluşlarıyla ilişkilerin koparılmadığını görüyoruz. Dolayısıyla geleneksel bağımlılık mekanizmalarının yanına bir de şimdi başta enerji sektörü olmak üzere Rusya’ya bağımlılık ekleniyor ki, buna ne “denge siyaseti” demek mümkün, ne de buradan bir “anti-emperyalizm” çıkarmak.

Bilakis, iktidarın sırf kendi bekası adına ve günü kurtarmak adına attığı bu adımlar, bu Kayserili halı tüccarı kafasıyla yürütülen dış politika, bu “denge siyaseti” diye yutturulmak istenen şark kurnazlığı, Türkiye’yi bir yandan iki taraflı bir bağımlılık ilişkisine soktuğu gibi, öte yandan da emperyalistler arasındaki güç mücadelelerine eskisine nazaran çok daha açık hale getiriyor. Yani ülkenin küresel güç mücadelelerinin oyun alanı haline gelme potansiyeli artıyor ki, bunun sonuçlarının neler olduğunu biz en iyi Suriye’de yaşananlardan, o devasa yıkımdan ve felaketten biliyoruz.

Sadece bu mu peki? Elbette ki hayır. İktidarın kendi bekası adına ve günü kurtarmak için attığı her adım, Türkiye’nin geleceğinin ipotek altına alınması, rehin verilmesi anlamına geliyor. Akkuyu nükleer santrali için yapılan anlaşma için Cumhuriyet yazarı Çiğdem Toker’in “kapitülasyon” demesi boşuna değil, Rusya’ya üretilecek elektriğin kilovat saati için 8 yıl öncesinin kuru dikkate alınarak 12.5 centten 15 yıl boyunca alım garantisi taahhüt edilmiş durumda ve kurun bugünkü hali de gelecekte ulaşacağı değer de ortada. Atıkların ne yapılacağı, finansmanın nasıl sağlanacağı, Rus şirkete kimin ortak olacağı gibi başlıklar da yine durumun vahametini ortaya koyar nitelikte.

Akkuyu’da “yerli ve milli nükleer” için temel atılırken, Şeker fabrikalarının satışına başlanmasını anti-emperyalizmin ve bağımsızlıkçılığın neresine koyalım peki? Cuma günü Kırşehir şeker fabrikası 330 milyon liraya Tutgu Gıda’ya, Bor şeker fabrikası ise 336 milyon liraya Doğuş Gıda’ya satıldı. Sırada diğer fabrikalar var, onların da satışı yine “yerli ve milli” bir şekilde gerçekleşecek, buna da en çok küresel gıda tekelleri, şeker şirketleri sevinecek. Tüm bunlar olurken inşaata, betona bağımlı ekonomide, istatistiklerin çarpıtılmasına da başvurularak, mucizelerden söz edilecek, “Kıskananlar çatlasın” denilecek.

Dün Cumhuriyet’teki köşesinde Erinç Yeldan, ülkenin geleceğinin nasıl betona gömüldüğünü rakamlarla anlatıyordu. Son yedi yılda Türkiye’nin milli geliri 772 milyar dolardan 851 milyar dolara yükselmiş; ancak dış borç stoku 2010’da 291 milyar dolarken, 2017 sonunda 437 milyara çıkmış. Yani milli gelirde 78 milyar dolar artış olurken, bunun iki katı düzeyinde, 146 milyar dolarlık borçlanma yapılmış. İnşaat sektörünün yarattığı katma değer ise birikimli olarak 26 milyar dolara yükselmiş, yani son yedi yıldaki milli gelir artışının üçte birini inşaat sektörü gerçekleştirmiş. İnşaata son yedi yılda yapılan yatırım ise 551 milyar dolar olmuş. Yani hem borçla büyünmüş hem de paralar betona yatırılmış.

Peki bu paralar kimin cebinden çıkmaya devam edecek? Hasta yatış garantisi verilerek yaptırılan hastanelerde o kadar hasta yatmadığında, araç geçiş garantisi verilerek yaptırılan yollardan, tünellerden, köprülerden o kadar yolcu geçmediğinde, havaalanlarına o kadar uçak inmediğinde, kur alıp başını gittiğinde ve elektriğin fiyatı giderek yükseldiğinde ne olacak? Aradaki farkın hepsi tıpkı şimdi olduğu gibi, sizin bizim cebimizden çıkmaya, üstelik katmerlenerek artan bir şekilde çıkmaya devam edecek.

Velhasıl, kendi bekası adına, siyaseti, ekonomiyi, kurumları, toplumsal yaşayışı çökerten, ülkenin ve toplumun geleceğini ipoteğe veren, rehin alan, “Benden sonrası tufan” diyen, kişiselleştikçe rasyonalitesini yitiren bir iktidarla karşı karşıyayız. Herkesin hesabını kitabını buna göre yapması, olağan ve sıradan bir hükümete muhalefet ediyormuşçasına icra edilen bir siyaset anlayışından hızla uzaklaşması, “olağanüstü zamanlar”a uygun bir “olağanüstü muhalefet”e girişmesi lazım.