Bu hafta yazmazsam haftaya yeni bir şey çıkar, yazılamaz. Onun için, en azınan Yıldız Sarayı’nda biraz dolaşayım ve Recep Tayyip Erdoğan’ın yakınlarda yerleşmeyi umduğu bu sarayda olanları hatırlatayım

Dünyanın tadı tuzu kalmadı. İki hafta önce, bu sayfalarda, Osmanlı hanedanının Batı müziği tutkusundan söz etmiş ve mevzuyu irdelemeye devam edeceğimi söylemiştim. Geçtiğimiz hafta canımız Gülten Akın’ı kaybettik, ardından iki satır yazdım; bu hafta, hanedan faslını sürdürmek üzere oturdum bilgisayarın başına ama yazıya başlarken Paris’te yaşananları duydum. Resmî olmayan bilgiler itibariyle olan, dehşetin ta kendisi: 7 ayrı yerde yaşanan ve aralarında canlı bombaların da olduğu saldırılar, konser salonunda rehin tutulan gençler ve dün sabah itibariyle 120’yi aşan ölü sayısı… Yakın zamanda Ankara’da ve Suruç’ta yaşadıklarımız bunlar. Ankara ve Suruç katliamlarından sonra sessiz kalanların, Paris’teki saldırılar sonrası hızla kameraların karşısına geçmesi ve “bükon biz söylemiştik” minvalli açıklamaları, takdire şayan. Yaşadıkları “saray”la yetinmeyen, sahiden saraya göz dikenler bunlar.

Yaşanan elim hadiseye rağmen hanedan mevzuuna devam edeceğim çünkü yazılmazsa olmaz. Bu hafta yazmazsam haftaya yeni bir şey çıkar, yazılamaz. Onun için, en azınan Yıldız Sarayı’nda biraz dolaşayım ve Recep Tayyip Erdoğan’ın yakınlarda yerleşmeyi umduğu bu sarayda olanları hatırlatayım. Biliyorsunuz, geçtiğimiz hafta başı, uzun zamandır tadilatta olan Yıldız Sarayı’nın “cumhurbaşkanlığı külliyesi” olarak hazırlandığı haberleri dolaştı ortada. Yakın zamanda sarayı ziyaret etmiş, içindeki şahane tiyatroyu göremeden geri dönmüştük. Tadilatın ne zaman biteceğini sorduğumuzda “belki de hiç bitmez” cevabını almıştık görevliden. “Külliye”ye dönüştürülürse, oradaki tiyatroyu bir daha görme şansımız yok. Dahası, o tiyatronun yok edilme olasılığı büyük. “Yok” sayılıyor zaten ama dokundukları yeri hem de tahrip ettikleri için, insan korkuyor.

yildiz-sarayi-nda-ufak-bir-muzikli-gezinti-88485-1.

Lafı daha fazla uzatmadan, biraz geçmişe döneyim: 1876 ve sonrasına yani II. Abdülhamid’in padişahlığı dönemine… Osmanlı’da Batılılaşma hareketlerini başlatan III. Selim ve bu reformları sürdüren II. Mahmud, askeriye ve müzik alanında büyük adımlar atmıştı: Yeniçeri ocağının lağvedilerek yerine yeni bir ordu oluşturulması ve bu çerçevede mehterhanenin kapatılarak yeni orduya yakışır bir bando kurulması, II. Mahmud’un işi. Sonrasında gelen oğlu Abdülmecid, demokratikleşmenin ilk adımı sayılan Tanzimât Fermanı’nı yayımladı. Ölümünden sonra tahta oturan kardeşi Abdülaziz, Avrupa’ya giden ilk padişah. Abdülmecid’in oğlu II. Abdülhamid, “deli” olarak bilinen V. Murad sonrasında tahtı devraldığında yaptığı ilk işlerden biri, Yıldız Sarayı’na yerleşmek oldu. 33 yıllık saltanatı boyunca, Osmanlı’yı buradan yönetti.

Abdülhamid’in iktidarı sırasında yaptıklarını anlatmak tarihçilerin işi. Ben müzik meselesi üzerinden ilerleyeceğim. Çocukluğunda Callisto Guatelli ve Paul Dussap’tan ders alan, müziği “bir eğlence aracı” olarak çok seven padişahın, Osmanlı’ya Batı müziğini getiren insan olarak bilinen Donizetti Paşa ile temasının da olduğu söylenir. Piyano ve kemana merak salan, bu iki enstrüman dışındakileri pek umursamayan Abdülhamid, icraatını da bunlar üzerinden ilerletmiş.

İcraatı sırasında yaptığı en güzel şeylerden biri, saray içideki muazzam tiyatro. Günümüze hiç bozulmadan ulaşan ancak bir süredir ziyarete kapalı olan bu tiyatro, resmî kaynaklara göre, 1889’da, Alman imparatoru Kayzer II. Wilhelm’in ziyareti için yaptırılmış. Direklerarasından saraya taşınan tiyatro temsilleri burada can bulmuş, Güllü Agop’tan Naşit Efendi’ye pek çok sanatçının yanısıra, Sarah Bernhardt, Coquelain Cadet gibi mühim isimler de burada temsiller vermiş. Ancak mevzu tiyatro değil, onun için yeniden müziğe çevireyim ben rotayı…

Müzikseverliği konusunda şüphe etmediğimiz Abdülhamid’in sorunu, müziği yüzeysel olarak öğrenmiş olması. İlgisini diğer sultanlar kadar derinleştirmemiş, bildikleri ona yetmiş. Fena olan, bu alanda “en iyi” olduğunu düşünmesi. İlerleyen dönemde, sarayda verilecek konserlerin programlarını bile kendisi yapmış. Bu, kimi sıkıntılara da sebep olmuş. Piyano ve keman sevdiği için ağırlıkla bu enstrümanların çalındığı konserler düzenletmiş ve diğer sanatçıları hep yok saymış. Sevdiklerini altına boğarak taltif etmiş, onları “saray müzisyeni” olarak himayesine almış, sevmediklerini saraydan kovdurmuş. Döneme dair eğlenceli hikâyeler var. Bunlar arasında en güzeli, 1895’te yapılan “Norma” temsili sırasında yaşananlar… Anlatmaya başlamadan önce, İspanyol asıllı müzisyen (Aranda Paşa olarak da bilinen) d’Arenda’nın, Abdülhamid’in daimi piyanisti olarak saraya alındığı bilgisini vereyim. Bellini’nin “Norma”sını sarayda sergilemek isteyen padişah, provalarını izlerken, saray piyanistini orkestraya dahil etmek istemiş. Operanın partisyonunda piyanonun yer almadığını söyleyen orkestra şefi Guatelli, bu isteği yerine getirmeyince saraydan kovulmuş. d’Arenda, başta piyanoyu orkestraya sokmuşsa da büyük bir uyumsuzluk yaşanmış. Nihai çözümü yine Abdülhamid bulmuş ve koskoca “Norma”, piyano eşliğinde sergilenmiş!
Sevdiği konserlerin bitmesini hiç istemeyen, sanatçıları altınlara boğarak aynı eserleri yeniden yeniden ve kendisi sıkılana kadar çaldıran bir padişahtan söz ediyorum. 1902’de konser vermek üzere İstanbul’a gelen Leopold Auer, 1923 tarihli hatıratında, kemanın akordu bozulunca konseri kesip akort yapmak üzere durduğuinu ancak padişahın buna izin vermeyerek konserin akortsuz sürdürülmesini istediğini anlatır. Buna rağmen çok memnun kalkmış ve Auer’e aynı eseri defalarca çaldırmış. Sanatçı, anılarında, bu defaatle çalma hadisesinin üzerinde tartışılamayacak katı bir kural olduğunu yazıyor.
Bütün bunlar bir yana, Abdülhamid’in müzik sevgisi sahici. Salih Münir Çorlu, 15 Nisan 1938’de Akşam’da yayımlanan “Abdülhamid ve Garb Musıkisi” başlıklı makalesinde şunları yazıyor: “Padişahın arasıra piyanoda İtalyan havaları çalarak eğlendiğine ben de şahit olmuştum.” Batı müziğini seven padişah, her şeye rağmen alaturka musıkiyi de korumuş ve pek sevmediği halde “gelenektir” diyerek yaşatılmasını sağlamış. Bu esnada da ufak tefek arazlar çıkmış gerçi… Hacı Arif Bey, Abdülhamid’in en sevdiği müzisyen. Arif Bey’in oğlu Cemil’i viyolonsele yönlendiren de bizzat kendisi. Yılmaz Öztuna, Türk Müziği Ansiklopedisi’nde, aralarındaki bir ihtilafı anlatıyor. Özetle, olay şöyle: Abdülhamid, bir gün Hacı Arif Bey’den bir şarkı istiyor ama sanatçı bunu reddediyor. Padişahın ısrarı üzerine de şu cümleyi kuruyor: “Sanatta İrade-i Hümayun geçmez.” Buna sinirlenen padişah, çok sevdiği müzisyeni sarayın bir odasına hapsediyor. 50 gün sonra, Hacı Arif Bey, içinde şu dizeler olan nihavend şarkıyı besteliyor: “Ahteri düşkün garib ü âşık-ı avareyim / Padişahım sen dururken ben kime yalvarayım…” Padişah onu affediyor ama sanatçının buna rağmen padişahı affetmediğini ve ona kırgınlığını bir başka şarkıda dile getirdiğini, yine Öztuna’dan öğreniyoruz.

yildiz-sarayi-nda-ufak-bir-muzikli-gezinti-88486-1.

Müzik merakı ve icraatı üzerine birkaç bilgi verdiğim II. Abdülhamid, tarih kitaplarında bize “efsane” olarak anlatılan, yukarıdakilerin pek sevdiği bir padişah. Osmanlı’nın son büyük sultanı. Bu yüzden, “Ulu Sultan” olarak anılır. 23 Kasım 1876’da meşrutiyeti tesis eden, Kanûn-i Esasî’yi yani ilk anayasayı çıkaran o. Bunları 1878’de askıya alan da o. 23 Temmuz 1908’de meşrutiyeti yeniden ilan etse de tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen olayla 1909’da tahttan indirildi. Kıssadan hisse: Güç, tahtta kalmayı garanti etmiyor. Fütursuz davranışlar, “her şeyi en iyi ben bilirim”ler ve giderek etrafı görmeden yapılan hareketler, “son”u yakınlaştırıyor.

Söz meclisten dışarı, “saray”dan içeri: Yıldız Sarayı’na taşınma kararı, birilerinin içindeki iktidar tutkusunu bize gösteren donelerden sadece biri. Dileyelim ki yapılacak “külliye”, saraya zarar vermesin. İstedikleri gibi “saray”larında oturabilirler lakin bir dönemin emaneti saraylara ilişmesinler. “Emanetin takipçisiyiz” deyip emaneti tarumar ediyorlar çünkü. Hoş, gözünü kırpmadan emir veren, insan canı alanlardan söz ediyoruz; bunun yanında sarayın lafı mı olur?

***

Yazının başında Paris’ten söz ettim, yeri gelmişken son dakikada çıkan bir iş yüzünden ertelediğim Paris seyahatinden söz edeyim… Paris’e her gidişimde muhakkak uğradığım bir yer var: Père Lachaise mezarlığı. Chopin’den Proust’a, Jim Morrison’dan Oscar Wilde’a pek çok ünlünün yattığı bu mezarlık, Ahmet Kaya’nın da ebedi istirahatgâhı. Ahmet Kaya, bundan on beş yıl önce, bir 16 Kasım günü Paris’te öldü. Uzun uzun anlatmaya gerek yok, nedenlerini hepimiz biliyoruz. Bu yıl, onu mezarının başında anmak istedim, olmadı. Buradan, anısı önünde saygıyla eğilerek ona olan sevgimi ifade etmek isterim. Unutmadığımız, unutmayacağımız, unutturmayacağımız bir isim kendisi. Her dem, başucumuzda.