18 Eylül 1985. Şampiyon Kulüpler Kupası (Z kuşağı bilmez… Gerçi Y kuşağı da bilmez… ühühühü) 1. Tur 1. maçında Fenerbahçe o zamanın flaş takımlarından Bordeaux’yu deplasmanda 3-2 yeniyor. Bir önceki Avrupa kupaları “zafer” maçının 70’li yıllarda olduğunu düşünürsek inanılmaz bir “zafer” gerçekten de.

30 Eylül 1987. Şampiyon Kulüpler Kupası 2. Tur 2. maçında bu kez Galatasaray, deplasmanda 3-0 kaybettiği ilk maçın rövanşında PSV Eindhoven’i 2-0 yeniyor. Kupaya veda ediyor ama “zafer” yine büyük. Bir gol yüzünden Türkiye tarihinin ilk Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek finali kaçıyor.


Neyse ki sonraki sene aynı Galatasaray bu kez Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı final oynuyor. Sonrasını az çok hepiniz biliyorsunuzdur. Yine birkaç tane “Ah” dedirten maç akabinde Şampiyonlar Ligi zaferleri (M. United’ın önce Galatasaray yüzünden ŞL’den uzak kalması akabinde bilmem kaç maç sonra sahasında ilk defa Fenerbahçe’ye yenilmesi… Ne çektin be Manu!) ve en sonunda ülkemize gelen UEFA kupası ve Süper kupa. Bütün bunların olması için 70’li yılları hadi saymayalım 1985’den sonra 15 yıl geçmesi, arka arkaya yetenekli oyuncuların yetişmesi (şansa yetişmesi diyelim gerçi) o yetenekli oyuncuların çoğunlukla ortak kadrolarda buluşması falan gerekti.

Sürekli değil ama aralıklı ve giderek yükselen başarılardan bahsedebiliriz aslında. Aralarda veya öncesinde ne oluyordu peki? Avrupa kupalarında vasıfsız ülkelerin vasıfsız takımlarına veya vasıflı ülkelerin vasıfsız takımlarına sürekli kaybeden takımlarımız vardı. Her seferinde de sekmez gazetelerde, taraftarların ve ilginçtir ki teknik ekiplerin ve futbolcuların ağzından “Ya aslında çok iyi oynadık ama işte tecrübesiziz, adamlar yakaladı mı atıyor biz ayıp olmasın diye atmıyoruz yoksa atsak atarız, bir de hakem çok şeyaptı o pozisyonda öbürüne bişe demedi bize nebçim şeyler yaptı ve ayrıca zaten Müslüman bir ülke olduğumuz için bizi çekemiyorlar ve önümüzü kesmek istiyorlar.” Cümleleri düşmezdi. Çok tanıdık geliyor değil mi?

2000 yılını milat alırsak o zamandan bu zamana geriye doğru gidiş tıpkı 1985’den 2000’e doğru ilerleyişin aynısı. Normal şartlarda 2000 yılından sonra aynı veya daha büyük başarılarla, en kötü yakın başarılarla devam etmemiz gerekirken giderek başarı çıtamız aşağıya indi. Önce ŞL’de çeyrek final, UEFA’da yarı final derken ŞL’de 2. Tur, UEFA’da 3. Tur derken ŞL’de gruptan 3. Çıktık UEFA’ya gittik UEFA’da grup 3.sü olduk 2. Turu bir puan bilmemneyle kaçırdıktan sonra seviyemiz “Oley be gol attık!” seviyesine indi. Ben bunun gidişatını, öncesini yaşadığım için (hayal meyal ama, o kadar da yaşlı değilim) biliyorum; “Oley be 5 korner attık! Kaleyi yalayan bir şut çektik. Kalecileri 2 top kurtardı” seviyesine gelecek. 15 yılda kat ettiğimiz yolu 20 yılda geri gittik. Total sürelere bakacak olursanız geri gidişin 5 yıl uzun sürmesi yine de başarı. Salı akşamı Sporting maçından sonra Sergen Yalçın da işte bu minvalde cümleler kurdu zaten. “Oyunun hakkı bu değildi, ben bu skoru kabul etmiyorum. İyi mücadele ettik.” Öncesinde de Fatih Terim geçen senelerde “Makas çok açıldı” falan diyordu.

Neyse ben yine de mutsuz değilim. Birincisi, zaten ekonomi bitik, vatandaş gün be gün fakirleşiyor. Hayatını mutsuzlukla ve kavgayla geçiriyor. Sevinecek, mutlu olacak şeyler arıyor. Bu ortamda sevinmek için artık Real Madrid’i yenmeyi beklememize gerek yok. “Bilmem Ne FC” takımını yenince bile inanılmaz sevinebilir ve arabayla tura çıkabilirsiniz. Ufak şeylerle mutluluk yaşamak gibisi yok çünkü. İkincisi ise sanırım zaman makinasını bulmuş olmamız. Birkaç günümüz “şahsını” da yakın zamanda geleceğimizden silebilirsek yarınlardan 15 yıl sonrası önümüz açık.