15 Temmuz Darbe Girişimi’nin sabahında köprüde ortaya çıkan tabloyu hatırlarsınız: Düşman askeri misali esir alınmış erler… Üstleri başları çıkarılmış, yere yatırılmış, elleri arkadan bağlanmış, etraftaki “siviller” tarafından kemerle, sopayla dövülüyorlar; hakaretler, küfürler havada uçuşuyor. Öyle ki, askerlerden biri linç edilerek öldürülüyor, ablası kardeşinin kafasının kesilerek öldürüldüğünü söylüyor ve o zamandan beri katilleri arıyor ama sesine kimse ses vermiyor.

15 Temmuz’un belki de en önemli sonucu köprüdeki o tabloda cisimleşmiştir. Türkiye tarihinde ilk kez sivillerle askerlerin böylesine karşı karşıya geldiği, askerin toplum nezdindeki itibarının sıfıra indiği, “peygamber ocağı”nın birden “şer ocağı”na dönüştüğü, darbe davalarının her duruşmasında askerlerin önüne urgan atıldığı bir durumdur karşımızdaki.

Ancak öte yandan iktidar bunu “Allah’ın bir lütfu” olarak görmüş, bu darbe girişimi Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarla başlayan orduyu dizayn etme ve “yeni rejimin yeni ordusu”nu yaratma süreci açısından bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Darbecilerden, vesayetçilerden, FETÖ’cülerden temizlenen ordu, nihayet böylece “milletin ordusu” haline gelecek, “ordu-millet el ele” sloganı gerçek olabilecektir buna göre.

“Milletin ordusu”nu yaratma süreci yine de bir halkla ilişkiler ve reklamcılık çalışması gerektiriyor olsa gerek ki, biliyorsunuz ortalık “asker dizisi”nden geçilmiyor memlekette. Bordo bereliler, JÖH’ler, PÖH’ler, özel harekâtçılar, istihbaratçılar… Hepsi el ele, omuz omuza, vatan hainlerine ve işbirliği yaptıkları dış mihraklara derslerini veriyorlar her bölümde, her bölümde memleket bir kez daha kurtarılıyor, her bölümde devletin vatanıyla ve milletiyle bölünmez bütünlüğü bir kez daha tesis ediliyor.

Bunlar hayaller, peki ya gerçekler? Gerçek olan şey şu: Manisa ve Kastamonu’da örneklerini gördüğümüz üzere, piyasalaşma ve taşeronlaştırmanın askeriyeye de çoktan ulaşmış olduğu, yemek hizmetleri kamusal olmaktan çıkarılıp özelleştirildiği için, en düşük maliyetle hizmet verip en yüksek kârları elde etmeyi amaçlayan bir zihniyetin elinde yoksul halk çocuklarının sefil, perişan olması, onar onar, yüzer yüzer zehirlenmesi.

Ancak buna iki şey daha eklemek gerekiyor: Birincisi, askerlere yemek hizmetini sağlayan şirketin “yandaşlık” kaynaklı önlenemeyen yükselişi. 4 yıl önce 100.000 lira sermayeyle kurulan şirketin bugün sermayesi 7 milyon lira, yani dört yılda tam 70 kat büyüyen bir şirketten söz ediyoruz. Çok sayıda şehirde çok sayıda kamu kurumunun yemek ihalelerini almış durumdalar ve iktidar tarafından açıkça korunuyorlar. Haklarındaki haberlere erişim engeli getiriliyor, Meclis’te verilen soru önergeleri ve araştırma teklifleri iktidarca reddediliyor.

İkinci söylenmesi gereken şey ise Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) yapmış olduğu açıklamayla ilgili. Açıklamada şöyle deniliyor: “GATA’nın ortadan kaldırılmasıyla gıda güvenliği hizmetinin hangi kurum tarafından yürütüldüğü ya da bu hizmetin olup olmadığı da belli değildir. Bunun ötesinde, yemek hizmetinin dışarıdan alınmasıyla askeri birlikleri biyolojik ve kimyasal saldırılara açık hale getirmekte, bu nedenle de daha sıkı bir denetim gerekmektedir.”

Dolayısıyla mesele gayet nettir. Piyasacılığın, taşeronlaştırmanın, yandaşlığın ve askere yönelik siyasi operasyonların kesişim kümesi bu zehirlenme vakalarının esas nedenidir ve bu kesişim kümesi, son on beş yılın adeta özeti gibidir. Dolayısıyla bu hadise münferit olarak değerlendirilemeyeceği gibi siyaset dışı ya da siyaset üstü olarak da görülemez; bilakis karşımızda sonuna kadar politik bir mesele vardır.

Peki daha kendi askerlerini zehirlenme vakalarından koruyamayan bir zihniyetin emperyal güç olma iddiasına, kifayetsiz muhterisliğine ne demeli? Kendi askerlerine bozuk gıda yedirilmesine göz yuman zihniyetin, ABD’yle daha üç dört gün önce 12 milyar dolarlık uçak anlaşması imzalamış olan petrol ve doğalgaz zengini bir ülkeye “71 ton uçakla 5 bin ton gıda yardımı” göndermesi ve sırada gemi sevkiyatı ve TIR’ların olduğunun bir bakan tarafından böbürlenerek anlatılması nedir?

Sorunun yanıtı açık aslında: Katar’a gıda gönderenler, askeri de bir tür lejyonerlik vazifesi icra etsinler diye Katar’a yolluyorlar. Daha önce “İslam ordusu” adı altında Suud kralının emrine verilmek istenen asker, şimdi Katar emirinin emir eri yapılmak isteniyor. Çünkü bir ülkenin kaderi bir kişinin kaderine, bir ülkenin ikbali bir kişinin ikbaline bağlandı. Çünkü iktidar giderek kurumsal olmaktan çıkıp şahsileşti, bir adamın ve maiyetinin elinde toplandı. Çünkü birilerinin siyasi vizyonu, petrolsüz bir ülkeyi bir petrol şeyhliği, bir hanedanlık gibi yönetmekten ibaret.

İçeride askerin zehirlenmesinden dışarıda Katar sokaklarında zırhlı araçlarla görüntü verip Katar ordusuyla tatbikat yapmaya uzanan bir yol var ve bu yol başından sonuna kadar politik. Siz aldırmayın iktidarıyla muhalefetiyle “Bu mevzular siyaset üstüdür, siyaseti bu işlere karıştırmayın” diyenlere. Bu ülkede yaşadığımız her şey, her sorun, baştan ayağa politiktir ve bu sorunları çözecek olan şey de bir karşı-siyaset yaratabilmek, toplumu, halkı politize edebilmektir. Koca bir ülke zehirleniyorsa, koca ülke bir bataklığa doğru sürükleniyorsa, panzehir buradadır, çıkış siyasettedir.