Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Gazetecilerin de yazı yazmak istemedikleri zamanlar vardır.

Bunun basın tarihimizdeki ilk ve en çarpıcı örneğini Çetin Altan vermiştir.

28 Nisan 1960 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde Turan Emeksiz’in polis kurşunuyla öldürülmesi üzerine, ertesi gün Akşam gazetesindeki köşesini, “Bugün canım yazı yazmak istemiyor” diyerek boş bırakmıştı…

Bugün benim de canım yazı yazmak istemiyor.

Ama Aydın Engin gibi, “tembellik tanrıçasıyla ateşli aşk günleri yaşamak” için değil!

Canım çok yanıyor da ondan…

•••

Yarasalar karanlığı sever derler.

Kurtlarsa dumanlı havayı…

Hem karanlığı, hem dumanlı havayı bir arada yaşadık geçen hafta.

Zifiri karanlığın simgesi olan bir iktidarın seçimlere giderken kirli oyunlara başvuracağı biliniyordu. O yüzden, hükümetin İstanbul Çağlayan Adliyesi’ndeki “rehine krizi” sırasında takındığı acımasız tutum kimseyi şaşırtmadı.

Hükümet, rehin alınan savcının ve eylemci gençlerin ölümüyle sonuçlanan operasyonu “çok başarılı” bulduğunu açıkladı! Çünkü ortada bu gizemli olayı aydınlatacak tanık kalmamıştı!

Ben savcıyı eylemci gençlerin öldürdüğüne inanmıyorum. En azından, silahı ilk patlatanların onlar olmadığını düşünüyorum. Böyle bir son, kanlı tertipçiler tarafından istenerek hazırlanmıştır. Gençler öldürmek amacıyla bu işe girişselerdi, bunu en başta gerçekleştirir, devletle sekiz saat pazarlık yapmaz, kimi isteklerinin kabul edilmesini bekleyerek zaman yitirmezlerdi…

Bu olayın içinde kimlerin parmağı olduğu daha çok konuşulacak, tartışılacaktır. Ama kesin olan şu ki, devlet isteseydi eylemi kansız sonlandırabilir; savcı da, gençler de şimdi yaşıyor olurdu.

Hükümet, savcıyı rehin alma görüntülerinin basında yer almasına çok kızdı. Başbakanlık, o fotoğraflara yayın yasağı getirdi. Yasağa uymayanları “ahlaksız” ilan etti. Yetmedi, fotoğrafı basan yayın organlarını cenaze törenine sokmadı!

Demokratik ülkelerde hangi haberin ve fotoğrafın yayımlanacağına başbakanlar değil, o gazeteleri yönetenler karar verir. Kaldı ki, Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın elleri arkadan bağlı, ağzı bantlı, alnına silah dayanmış fotoğrafını görenler, bu duruma içten içe çok üzüldüler. Hatta IŞİD militanlarının ekranlardaki benzer görüntülerini anımsayanlar, onu rehin alanlarla değil, kurbanla duygudaşlık kurdular. Yani fotoğrafların yayımlanması, beklenenin tam tersi bir etki yarattı…

•••

Adliye baskınında yer alan Şafak Yayla ve Bahtiyar Doğruyol’un bu eyleme “safiyane” devrimci duygularla katıldıklarından kuşkum yok. İnandıkları dava uğruna genç yaşta yaşamlarını yitirdiler. Özverilerine ve adanmışlıklarına ancak saygı duyabilirim. 

Peki, yöntemleri doğru muydu?

Bu sorunun yanıtı, Türkiye’de ve dünyada yaşanan benzer olaylarda çoktan verilmiştir.

Halk düşmanı iktidarları alaşağı etmenin yolu, sol sekter örgütlerin şiddet eylemlerinden değil; sınıf ve kitle mücadelesinden geçer.

Bizim devrimci örgüt kültürümüzde, “kadroları korumak” diye bir kavram vardı. Bu kural şimdilerde, şiddeti her koşulda kutsayıp mutlaklaştıran örgütler elinde, “kadroları kırdırmak” biçiminde uygulanıyor.

Kanlı bir oyuna dönüşen Adliye baskınından, hükümeti geriletme adına halkımız ne elde etti? Hiç!

Ama iktidar bir taşla birkaç kuşu birden vurdu:

1- Faşizme geçişin ön hazırlığı olan İç Güvenlik Yasası’nı geniş kitleler önünde meşru göstermeye yarayacak demagojik gerekçeye kavuştu.

2- Toplumsal muhalefeti bastırmak amacıyla çıkarılan bu yasanın Anayasa Mahkemesi’nden dönme olasılığını büyük ölçüde tehlikeye soktu.

3- Her siyasal görüşten insanın yüreğinde kanayan bir yara olan Berkin Elvan Davası’na gölge düşürdü.

4- Faşizan baskı düzenine karşı yurttaşların hak ve özgürlüklerini kahramanca savunan avukatlara yeni kısıtlamalar getirmenin yolunu açtı.

•••

Peki, cenaze evinin Erdoğan’ın gösteri alanına dönüştürülmesine ne demeli?

Kalabalığı görünce, mikrofonu kapıp nutuk atmadan duramıyor!

Ama savcının ailesine sesiz sedasız taziye ziyaretinde bulunan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, RTE’nin “kefenci” yandaşlarınca yuhalanıyor!

Yüreğimi kanatan bir şey daha var:

Giresun’da toprağa verilen Şafak Yayla’nın cenazesini taşlayıp babaevine silahlı saldırıda bulunanlar olmuş.

Vicdanımızı bu kadar mı yitirdik?

“Ölülerinizi iyilikle anın!” diyen bir inancın bağlıları olduklarını sanan bu aymazlar, hangi bağın bağbanıdır? Acıdan yıkılmış bir ailenin acısına acı katmak insanlığa sığar mı?

Bir Karadenizli olarak, Giresun’da Yayla ailesine yapılanlardan utanç duydum.

Şimdi anlaşıldı mı bugün neden yazı yazmak istemediğim?