Irak ve Suriye’deki varlığını “DEAŞ’la mücadele” üzerinden açıklamaya çalışan iktidar partisi, DEAŞ’ın, yani IŞİD’in Türkiye’deki en büyük katliamının birinci yıldönümünde yapılacak anmaları yasaklamakta, anmaya kalkışanları da gaza ve suya boğup gözaltına almakta bir sakınca görmedi.

“Normal” bir ülkede böylesine kanlı bir katliamın yıldönümleri, “ulusal yas” aracılığıyla kolektif hafızayı diri tutmanın, toplum olarak bir arada durmanın, şiddeti lanetlemenin, “tasada ve kederde ortaklaşma”nın vesilesi olarak görülebilir, öyle değerlendirilebilirdi. Oysa Türkiye çoktan “normal” bir ülke olmaktan çıkmış, örneğin katliamdan birkaç gün sonra Konya’daki milli maçta tribünler katliamda yaşamını yitirenler için yapılan saygı duruşunu ıslıklamış, tekbir getirmiş, maç boyunca da her zamankinden daha taşkın bir coşku ve neşe sergilemişti.

Bunun nedeni ise belliydi, 10 Ekim’de Ankara’da yaşamını yitirenler, iktidarın ve tabanının gözünde “millet”e dahil olmayanlardandı; yani Ankara’da Kürtler, Aleviler, sosyalistler, cumhuriyetçiler, eşcinseller vs ölmüştü ve bunlar “millet dışı” ve “gayri milli” unsurlar olduklarından, öldürülmeleri cinayetten sayılmadığı gibi, arkalarından “milli yas” tutulması da gerekmiyordu. Bu yüzden de hayat hiçbir şey olmamış gibi devam edebilir, bağırmaya, çağırmaya, hoplayıp zıplamaya devam edilebilirdi.

Katliamın birinci yıldönümü de, milletten sayılmayanlar için “milli yas”ın mevzubahis olmadığını gösterdi. İktidar cenahından kimse yıldönümüne dair herhangi bir açıklamada bulunmadı, kimse katliamda yaşamını yitirenlerin ailelerini ya da geride kalan yaralıları aramayı, sormayı, ilgilenmeyi aklına getirmedi, soruşturmada da bir arpa boy yol gidilmedi, 10 Ekim’in de ülke tarihinin diğer katliamları gibi üzerinin örtüleceği görüldü.

Ancak mesele elbette ki katledilenlerin “millet”ten olmaması değildi, katliamın “kullanışlı” niteliğiydi. Hemen hatırlayalım, 7 Haziran akşamı sandıklar açıldığında ortaya çıkan sonuç, herkes ama en çok da iktidar partisi açısından büyük bir şok anlamına geliyordu. Fıtratında “tek parti iktidarı” olan ve rejimi bir “parti-devleti”ne dönüştürme hedefi ile hareket eden iktidar partisi, sandıktan tek başına hükümet kuracak çoğunluğa sahip olarak çıkamamış, bir koalisyon hükümeti zorunlu hale gelmişti.

Parti-devleti rejimleri ve mutlak iktidarlar koalisyon hükümetleri ile inşa edilemeyeceğine göre, yapılacak olan şey belliydi: Seçim sonuçlarını tanımamak. Sahiden de, ana muhalefet partisi “istikşafi görüşmeler” adı altında oyalanırken iktidarın seçim sonuçlarını fiili olarak geçersiz saydığını ve yeniden seçime gideceğini gösteren gelişmeler yaşanıyordu. Türkiye siyasetini 7 Haziran’la 1 Kasım arası yaşanan ve halen sonuçlarını yaşamaya devam ettiğimiz gelişmeler belirledi.

7 Haziran seçimlerinin ardından, önce “masa” devrildi ve “çözüm süreci” bitirildi; bunun için kullanılan araç ise Suruç Katliamı oldu. 20 Temmuz’da Kobane’yle dayanışma için Suruç’a giden SGD üyesi gençlere yönelik intihar saldırısında 33 kişi yaşamını yitirdi. İki gün sonra, Ceylanpınar’da iki polis evlerinde öldürüldü ve saldırıyı PKK üstlendi. 24 Temmuz günü ise Kandil’deki PKK kamplarına uzunca bir süre sonra ilk kez hava saldırısı düzenlenerek “ateşkes” bitirilmiş oldu. Aynı günlerde Antep sınırında IŞİD ilk kez Türk askerlerine ateş açarak bir askeri öldürüyor, Türkiye ise buna yanıt olarak Suriye’de IŞİD’e yönelik hava operasyonları düzenliyordu. Cemaat’le devam eden kavgayı da eklersek, ortaya çıkan bir “topyekûn savaş” manzarası oluyordu dolayısıyla.

Toplumu güvenlik kaygısı üzerinden güçlü lider/güçlü partinin arkasında hizalama sürecinin zirve noktası ise 10 Ekim oldu. Katliam, muhalefeti sindirdi, sokağı terörize etti ve seçim sonuçlarını doğrudan belirledi. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a gelindiğinde operasyon tamamlanmış ve sandıktan istenen netice alınmıştı: Tek parti iktidarı ve parti-devleti inşası sürecekti.

Ana muhalefetin lideri, siyasal İslam’ın Türkiye’deki en büyük katliamının yıldönümünde Cumhuriyet düşmanlarıyla birlikte “İslam’ın sorunları”nı konuşmayı tercih ederken ne yaptığının farkında mıydı peki?

10 Ekim günü Ankara’da sadece insanlar ölmemişti, o gün serbest seçimlere, Anayasaya, parlamenter sisteme ve parlamentoya da kast edilmişti ve ilan edilmemiş olağanüstü halden ilan edilmiş olağanüstü hale geçişin taşları böyle döşenmişti. Rejim ölü bedenlerin üzerinde yükselmiş, yitirdiğimiz insanların kanı rejim inşasına harç yapılmıştı yani.

Tarih 10 Ekim’i ve faillerini yazacak elbette ama tarih Yenikapı’yı ve sonrasını da, 10 Ekim’in siyasi sonuçlarına dair tek kelime etmeyen muhalefet liderlerini de yazacak. Her rejimin kendi Gorbaçov’unu nasıl çıkardığı görülecek, bu günler unutulmayacak.