Eğer son dakikada bir “sürpriz” olmazsa, yaklaşık üç hafta sonra Türkiye tarihinin en kritik seçimlerinden birine şahitlik edeceğiz. Ancak, ortada bir gariplik var. İktidar partisi, sanki inşa ettikleri rejimin anayasal statüye kavuşması için değil de, muhtarlık seçimleri için sandığa gidiliyormuş havasında. Ya gerçekten bizzat “Reis”in sözünü ettiği o “metal yorgunluğu” söz konusu, yani partinin kadrolarında ve tabanında bir yorgunluk, bıkkınlık var ya da bizim bilmediğimiz bir şeyin rahatlığı bu.

Sandığa günler kala şapkadan tavşan mı çıkarılması planlanıyor yoksa o tavşan seçim günü bir şekilde sandıklardan mı çıkartılacak onu bilemiyoruz ama iktidarın geçmiş seçimlerden farklı olarak bir seçim havası, bir teyakkuz hali yaratamadığı ya da isteyerek yaratmadığı açık. Bunun seçim sonuçlarını nasıl belirleyeceğini ise göreceğiz.

Gelelim senaryo ve olasılıklara. İlk senaryoda, iktidarın hem başkanlık seçimlerini kazanması hem de parlamentoda çoğunluğu sağlaması var. Böyle bir durumda yeni rejim anayasal olarak da yerleşmiş olacak, ülke cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetilecek, muhalefet Meclis’te çoğunluğa sahip olmadığı için bunları hükümsüz kılan kanunlar çıkaramayacak, Anayasa Mahkemesi de yetkisi olduğu halde, ister sadakatten deyin ister korkudan bu kararnameleri denetlemeyecektir. Böylece iktidarın Saray’da merkezileşmesi ve tek adamlık anayasal bir nitelik alacak, Meclis varlık nedenini yitirecek, güçler ayrılığı da kesin olarak ortadan kalkmış olacaktır.

Ancak bunun sürdürülebilirliği tartışmalıdır ve bunu tartışmalı kılacak olan Türkiye’nin düzenidir. İktidarın sürdürdüğü ekonomi modelinde deniz bitmiştir ve bu Türkiye’nin sermaye sınıfına, sermaye düzenine ve iktidarın küresel merkezlerle olan ilişkilerine zarar verici niteliktedir. Dolayısıyla iktidarın kaderini kapitalizmin bekası adına içeride ve dışarıda atacağı adımlar ve emperyalizmle yeni bir anlaşma zemini bulup bulmayacağı belirleyecektir ki, bu o kadar kolay görünmemektedir.

Ayrıca fiilen ya da resmen uygulanacak kemer sıkma programları geniş halk kitlelerinde de ciddi huzursuzluklar yaratacaktır. İktidarın şimdiye kadar izlediği popülist politikaları izlemesinin giderek zorlaşacağı, toplumdan fedakârlık isteyeceği, pastanın giderek küçüleceği bir zaman diliminde, güç tek bir merkezde toplanmış olsa da, ülkenin yönetilmesi o kadar kolay olmayacaktır. İktidar partisi, ülkeyi getirdiği yerin neresi olduğunu ve kötüye gidişatı gördüğü için seçim sloganını “Yaparsak yine biz yaparız” şeklinde belirlemiştir. Seçmene “Biz bozduk evet ama yine biz düzeltiriz” denmektedir ama o “düzeltme”nin en çok zarar vereceği kesimler, iktidarın oy deposu olan en alt sınıflar olacaktır.
İkinci senaryo, muhalefetin parlamentoda çoğunluğu ele geçirmesi, başkanlığı ise Erdoğan’ın almasıdır. Böyle bir durumda “iki başlılık bitsin” argümanıyla kamuoyunun önüne getirilen Türk tipi cumhurbaşkanlığı sistemi mutlak bir iki başlılığa sürüklenecek ve ölü doğmuş olacaktır. Bir yanda sınırsız yetkilere sahip ve ülkeyi Meclis dışından atayacağı bakanlarla yönetecek bir cumhurbaşkanı, öte yanda ise cumhurbaşkanı kararnamelerini geçersiz kılabilecek kanuni düzenlemeler yapma ve sistemi kilitleme gücüne en azından matematiksel olarak sahip bir Meclis’in bulunacağı böyle bir manzara da herhangi bir istikrar ve kalıcılık taşımayacaktır.

Gerçekleşme ihtimali en yüksek görünen bu senaryonun neticesi, ülkenin yakın bir zamanda erken bir seçime götürülmesi olacaktır ki, bunu iki tarafın da istemesi kaçınılmazdır. İktidar da muhalefet de “istikrarsızlık” kozunu oynayarak, seçmene hem başkanlığın hem parlamentonun aynı ittifakın elinde olması söylemiyle seslenerek ülkeyi seçime götürmeye mecbur kalacaktır.

Üçüncü senaryo, parlamentoda çoğunluğu muhalefetin sağlaması, başkanlığı da yine muhalefetin adaylarından birinin almasıdır, bu adaylar arasında en yüksek şans ise Muharrem İnce’nindir. Böyle bir durumda, yani hükümeti İnce’nin kurduğu, Meclis’te de muhalefetin 300’ün üstünde vekil çıkarması durumunda, devletleşmiş ve rejim inşa eden bir partinin bunu kabullenip kabullenmeyeceği gibi bir soru öncelikli olarak karşımızda durmaktadır. Sanıyorum ki bu o kadar kolay olmayacaktır.

İktidar partisinin ve “Reis”in çöken ekonomiyi yeni iktidara bırakıp bir süre sonra “kurtarıcı” olarak geri dönmesi senaryoları ise pek gerçekçi değildir; çünkü karşımızda sıradan bir parti değil, sermayesiyle, medyasıyla, bürokrasisiyle, düştüğü anda çökmeye yazgılı bir “network” vardır. Yeni iktidar ise kaçınılmaz olarak bir “devri sabık” yaratmak, devlet aygıtını “AKP’den arındırma” operasyonuna tabi tutmak zorundadır ve bunun çok ciddi sonuçları olacaktır.

“Reis”in yenilgiyi kabul ettiği ve onurlu bir geri çekilmenin arayışı içinde olduğu iddiaları da akla pek uygun düşmemektedir, seçim sonuçlarını tanımayıp “Ben gidersem Türkiye de gider” tarzı bir mücadele içerisine girmesi ise daha yüksek bir ihtimaldir. Dolayısıyla böyle bir senaryo, sonuçları en kestirilemez, en öngörülemez olana işaret etmektedir.

Velhasıl, her üç senaryoda da bir istikrarsızlık ve yönetememe krizi yaşanacak, memleketin iki yakası öyle kolay kolay bir araya gelmeyecektir. O günlere hazırlanan bir siyasal strateji ise solun kaçınılmaz gündemi ve kaçamayacağı görevidir.